26 Ağustos 2010 Perşembe
KERBELA NEDEN İÇİMİ YAKAR?
Bunun birden çok nedeni var. En önemlisi Yüce Allah ın çok sevgili kulunun en yakınlarından ve yine Allahın en sevgili kullarından birinin bu yerde acımasızca hunharca katledilmesinden.ikincisi bundan doğru ders almak islamda birlik bütünlüğü sağlamak yerine bu acı olayı sürekli acite ederek istisamar edilmesi. Amacı dışında islama zarar verme adına kullanılmasından.Üçünçüsü bu istismarın din adına yapılıyor olması.Bunları iyi anlamak için bugünün gözlüğü ile o güne bakmak yetmez. O günün kendi şartları içinde neden ve sonuç ilişkilerine, hakiki tarih kitaplarına içinde katkı olmayan hadislere ve altniyetsiz alimlerin tefsirlerine müracaat ederek anlamalıyız.Bunun için yıllarımı vererek yaptığım bir araştırmayı paylaşmak istiyorum. Amacım kimseye düşmanlık ve herhangi bir inanca saldırmak için değil.Bu yanlışların içinde debelenen yakın arkadaşlarımla bire bir tartışma ve bu doğrultuda araştırma , kapı arkalarında söylenip takiyye amaçlı dışa sızdırıması istenmeyen bilgilere vakıf olma gibi bir çok şeyi bir araya getirerek yaklaşım üç yüz sayfalık bir kitap oluşturdum . Amacım bundan para kazanmak değildir. Zaten bu tür kitapların fazla merak edeni olmaz. Tek amacım bazı bilgisiz arkadaşların bilmediği şeyin peşine düşüp radikal bir yapılanmaya gitmesiİnşallah bu ve buna benzer sayfalarda bu konuları sizlerle paylaşacağım.Hasan Hüseyin OdabaşoğluÖğretmen
ŞİAYI NEDEN YAKINDAN TANIMAK İSTEDİM
Şiilik İslam Dünyasının Kurtuluşu İçin Yeni Bir umut olur mu düşüncesi, Humeyni’nin Şah rejiminin direncini kırarak yıllar süren sürgün hayatını bitirip büyük bir gösteri ile ülkesine dönmesi ve halkının büyük coşkusuyla karşılanması ile başlamıştı. Bu geliş bütün islam âlemini etkilemiş, ilk söylemleri ve mesajları Müslümanlar arasında büyük sempati toplamıştı. Yüzyıllardır içine kapanmış kurtarıcı bekleyen şia, tarihteki islam düşmanlarının yanında yer alma geleneğini yıkarak mezhepsel ayrılıkları aşarak birliğe katkı sağlayacağı daha da ileri giderek liderlik edeceği umudunu uyandırmıştı. islam düşmanlarının islama bakışı ve yok etmek üzere geliştirdikleri stratejiler karşısında İran dışındaki islam ülkelerinin sıfır direnci, Humeyni den çok farklı beklentiler uyanmasına neden olmuştu.. Humeyni ye kısa zamanda Müslüman halkların bu kadar güven duymaya başlaması, yerlerde sürünen islam bayrağını taşımaya ve yükseklere taşımaya namzet bir lider olarak algılamasının geçerli sebepleri vardı. Hz Peygamberle başlayan sahabe tabiin ve diğer nesiller tarafından islamı dünyaya yayan ve asırlarca oralarda yaşatan ve belki kıyamete kadar silinmeyecek derin izler bırakanların nesilleri yaklaşık üç asırdır kendi içinde ülkelere bölünmüş parçalanmış bir yapı oluşturmaktadır. Bu devlet ya da devletçikler ehil olmayan yönetimlerin eline düşmüş birçoğu kendi insanı ile kavga halinde. Bu ülke yönetimlerinin islama bakış tarzı herkesin malumu! Kendi dini ve vatandaşı ile savaş halinde. Kendi iktidar ve saltanatlarını sürdürme adına emperyalizmin istek ve arzularından reddedebilecekleri her hangi bir şey bulunmamakta.Bu gerçeğin ışığında bu iki tarafın yönetimlerini kıyaslayınca siyaseten Humeyni yi desteklememek mümkün değil gibi görünmekteydi. Hâşâ Allahın isteği de sanki bu yönde gibi algılanmaya başlamıştı. Bu şartlarda Müslümanlar ve antiemperyalistler için Humeyni’yi sevmek moda olmuş, farklılıkları fark etmek yerine, ortak anlayışların belirginleşmesi herkes tarafından söylenmese de benimsenmiş görünüyordu. Bu heyecan Humeyni nin icraatlarının ortaya çıkmasına kadar ancak sürebildi.İşte bu atmosferin etkisinde iranla ilgili her şeyin okunma isteği herkes de olduğu gibi bende de oluşmuştu. İlk okuduğum kitap İran anayasasıydı. Anayasalarında İran’ın dini “islam”ı göreceğimi herkes gibi ben de umut ediyordum. Ancak, gördüm ki; kıyamete kadar değişmeyeceği vurgulanan şii mezhebi Iranın değişmez dini olarak anayasalarında yer almaktaydı. Bunun akabinde Şiiliğin ne olduğunu öğrenmem gerekti. O günlerde. Allahtan ki bir arkadaşım Humeyni ve İslam diye Türkçeye tercüme edilmiş bir kitap vermişti. Caferi hadisleri ve konuların Humeyni dilinden açıklamasının olduğu bir kitaptı. Bu kitap kafamı karıştırmıştı. İslam kültürü ile taban tabana zıt şeyler içeriyordu. Bu görüşler nerden çıkmıştı. Meselenin aslını öğrenmek için ulaşabildiğim kaynakları taradım. Araştırdığım kaynaklarda Sünnilik ile Şiilik arasındaki farklardan hiç bahsetmiyor Şiiliğin propagandasında ve bazı tarihi olayların ajitasyonunda zirveye çıkılıyordu. O yıllarda Türk kökenli Caferiler şii kitaplarını tercüme ederken Sünni kesime dokunan onu yaralayan bölümlerini tercüme etmediklerini ya da tercüme ettikleri kitaba koymadıklarını sonradan öğrendim. Sebebi ise; okuyucu Şiilik ile Sünniliğin bir farkının olmadığı kanaati ile Şiiliğe yaklaşsın ve aldanması kolay olsun diye.. “Humeyni ve İslam” adlı kitap da ki bilgileri o günlerdeki şii sempatizanları ile tartıştığımızda bu kitap Amerikan ajanları tarafından Humeyni yi kötülemek üzere tamamen senaryo gerçek dışı demagojilerle doldurulan bir kitap olduğu cevabını veriyorlardı. Hâlbuki kitap da dipnotlarda kaynak isimleri belirtiliyordu. Ama Farsça bilmeyince bu kaynaklara ulaşmak mümkün olmuyordu. Sonuçta yılmadan araştırmaya devam ettim. Prof. İhsan İlahi Zahir in “Şianın Kuran İmamet ve Takiyye Anlayışı” adlı kitabını buldum. Okuduğumda gördüm ki; daha önceki kitap da ki edindiğim bilgilerin de CİA ajanlarının uydurması olmadığını öğrendim. Şaşkına dönmüştüm ama gerçeği artık kavramıştım. Demek ki, Humeyni mezhepçilik yaparak islam bayrağını değil, bölünmüşlüğün mezhep çatışmasının bayrağını yükseltmeye gelmişti. Yıllardır bu hızla Şiilik konusunda araştırma yapmaktayım. Ancak, inananların birbirine en yakın olmaları gereken dönemlerde farklılıkları kaşımanın insanlığa özellikle de Müslümanlara hiçbir yararının olmadığını düşünerek bu konuları bugüne kadar kendime sakladım. Ancak bu sürecin toplumumuzdaki yansımasına baktığımda başlangıcta olaya siyasi bir sempatizanlık ile yaklaşanların bugün Şiilerle bir olup Ehli Sünnet arasında yürüttükleri davet çalışmalarını sinsi metotlarla sürdürdüğünü görmekteyim. Dikkatli bir araştırma verileri bu çalışmaların yani Şii yayılmacılığının ülkemizde olduğu gibi Özellikle de Mısır, Sudan, Tunus, Cezayir ve benzeri tamamı Sünni olan ülkelerde büyük bir hızla sürdürüldüğünü artık her vicdan sahibi tarafından dillendirilmektedir. Hatta bu gelişmeyi İran Mehr Ajansı'nın Arap ve İslam ülkelerinde Şii mezhebinin yayıldığını ilan etmesi ve bunu Ehli Beyt'in mucizelerinden biri sayması olayın kendini Müslüman aydın sayanların vahametini göstermektedir. Yayılmacılık metotlarında kullandıkları argümanların; sahabe düşmanlığı, hadis inkârı, ehlisünnet kitaplarını yanlış yorumlama, kendi kaynaklarındaki iddialarını ispatlama adına “ehlisünnet kaynakları da bu görüşü destekliyor” diyerek kendi inançlarına destek sağlama, metnin bütünü değil parçalayarak işlerine geldiği kısımların istismarı, yine bu metinler üzerinde ilave ve çıkarmalar yapma, Kuranda bahsedilmeyen hususları var gibi gösterme, sonradan Şiileşmiş kişilerin Sünni ayaklarından şia propagandası yapmak, tevil, inkâr, hissiyat gibi birçok şeyi bir arada kullandıkları gözden ırak tutmak mümkün olmamaktadır. Tarihte olduğu gibi dini temelinden sarsacak tehlikeli bir oyunun bir parçası olmayı sürdürdükleri maalesef ki ap açık ortadadır. Bütün bunlardan başka, Şiiliği reddeden ulema hakkında yaydıkları yalan ve iftiralar bu çalışmalarının bir başka halkasını teşkil etmektedir. Özellikle Lübnan’daki Hizbullah ordusunun popülaritesinden faydalanarak Müslüman memleketleri kasıp kavuran Şiî davetçilerin her yerde boy gösterdiği Şia inancını toplumlarda hâkim kılma faaliyetleri görülmeyecek gibi değil. Siyasi yakınlığı dini yakınlığa çeviren sonradan dönmeler inanç akidesinin ve şianın ne olduğuna bakmadan, bilgi edinmeden hatta buna ihtiyaç bile duymadan son derece cahilane bir tutum ile Cihadı ve “Şiî-Sünnî kardeştir” söylemini istismar ettikleri, bunu şii inancının güçlendirmek adına, ehlisünnet inancına hakaret etmeyi ve Şiîlerin faziletlerini sayıp dökmeyi kendince bir meziyet saydıkları da meydanda. Bütün bunlarla birlikte, son yüz yılda Müslümanların içine düştüğü durumdan ortada. Irak, Afganistan, Pakistan, Filistin, kara bağ, Çeçenistan ve daha başka birçok yerdeki zulüm malum. Sonuçta İran’ın amacı sadece emperyalizme islam düşmanlarına, Siyonizm’e karşı ortak bir mücadele azmi ve tavrı içinde olmak olsa! Amenna. Hangi Müslüman bu düşünceye itiraz eder. İtiraz edenin Müslümanlığından şüphe duyulmaz mı? Ama olayın gerçeğine bakınca İranın bu olaylar karşısında son derece ince bir siyaset güderek öncelikli Şiilik değil Fars çıkarları perspektifi çerçevesinde konulara yaklaştığı saklanır gibi değil. Mesela kara bağ hadisesinde Azeriler kendi mezheplerinden olmasına rağmen Azerilerin yanında yer almayıp Hıristiyan Ermenistan’ın yanında yer almaları bunlardan bir tanesi. Geçmişe baktığınızda Tarih boyunca şiacıların Müslümanları ve islamı gelişmeleri arkadan hançerlediklerini de görünce buna karşı düşmanlık etmeden tedbirli olmak, bir daha aynı oyuna düşmeme adına bu inanc manzumesinin bütün evrelerini bilmek aydınlanmak sanırım en doğru olanıdır diye düşündüm. Bunu intikam alma adına olmadığını her mümin bilir. Çünkü bizim inancımızda intikam diye bir şey yoktur. Biz kitap ehlidir diye haclı zulmünden inim inim inleyen Yahudilere şefkat göstermiş bir inancın mirasçılarıyız. Biz İran ateşperestlerine karşı Bizans Hıristiyanlarının muzafferiyeti için dua etmiş bir neslin yadigarıyız. Bugünde İslam düşmanlarına karşı aynı Allaha ve Peygambere inanç birliğimiz olan bu insanların yanında olmaktan daha doğal ne olabilir. Ançak bu bizim onlara karşı arkamızı dönmemiz gerektiğini anlamına da gelmez. Çünkü adı geçen nesil on üç asırlık bir süreçte şii olmayan Müslümanlara karşı tutum ve davranışları çok bildik bir vakıadır. Bunların sinsi yaklaşımların üzeri açıldığında yine tarihin tekerrür ettiği ortaya çıkıyor. Sanki bunların amaçlarının düşmana karşı bir olma değil de sıkıştıkları ortamda kendi arkalarına destek bulmayı hedefledikleri gibi algılanıyor. Doğrusunu Allah bilir. İhtiyaçları bittiği an yine tarihteki rollerini oynamaya devam ederler mi? Sorusu akıldan çıkmıyor.!
Sözünü ettiğimiz olumsuzluklar eskidendi. şimdi rejim değişti. Toplumun olaya bakış tarzı eskisi gibi olmayabilir diye düşünebilirsiniz. Keşke öyle olsa! Mezhepsel yorumlar öne çıkarılmasa, Meshepcilik yapılmasa! Şiiler kendi inancını, Sünniler de kendi inancını müdahalesizce yaşasa, ama gerçek hiç öyle değil. Bunun böyle olmadığı ırakta, kara bağda görüldü. Irak’ta işgale karşı çıkan ve kanlarının son damlasına kadar mücadele veren Sünni Müslümanlara karşı Amerika’yı arkalarına alarak ırakta bombalamadık cami öldürmedik Sünni bırakmadıklarını, Bu karşın harici zihniyetli bir takım cahillerde aynı metotlarla bunlara karşılık vererek her yanı kan gölüne cevirdiler. Bu durumu Iraklı dini liderlerden kardavi Müslüman ülkelerine feryat ederek duyurmak zorunda kaldı. Daha sonra da Amerika’ya karşı mücadele eden Müslümanların direnci kırıldıktan sonra, Şiacılar birden bire anti Amerikancı oldukları ifadesiyle anılmaktadırlar. Anti Amerikancı ya da emperyalizme karşı olduklarından şüphe yok. Bu konuda diğer İslam ülkelerinin çok da önündeler. Ancak, Sünni Müslümanları yok etmek için ortak hedefte Amerikalılarla nasıl işbirliğine gittikleri anlaşılır bir şey değil!. Tabii burada şu gerceğide söylemek gerek söz konusu ülke toprağında İslam adına şii camilerini şii pazarlarını bombalayıp yüzlerce çoluk cocuk masum insanların ölümüne sebep olan yapılanmalarda mevcut. İnanan insanlar İslami prensipleri gereği haksızlık nerden gelirse gelsin yanlışı söylemek durumundadır. Haksızlığın sizdeni bizdeni olamaz. Haksızlık haksızlıktır.Irakta bu süreç devam ederken diğer islam ülkelerinde ha bire Şiileştirme faaliyetlerini bütün hızlarıyla sürdürüyorlar. Çünkü onların akidelerinde sünnet bağlılarını Müslüman olmadıkları için güya onlara tebliğ yapıyorlar. Ehli sünnet inancında olan insanları Yahudi ve Hıristiyan dan daha aşağı gördükleri kendi inançlarında, kendi kaynaklarında mevcut. Şu günlerde Müslüman kesime yaklaşımlarında kerhenlik var imajı yabana atılır gibi değil.Baştan beri anlatılanların yani Şiilerin inanc akidelerini, Sünnete bağlı mümini nasıl gördüklerini, islamı akideleri nasıl saptırdıklarını tespit etmek günümüz iletişim cağında artık hiç de zor değil. Bütün bu hususları, tarihi ve günümüz yorumlarıyla kendi liderlerinin sözlerinden, kendi kaynaklarından alıntılarla alınan kitapların adı ve sayfası ile “Şianın doğuşu ve gelişim sürecinde Şia ve Şiacılar” adı altında ki çalışmamda ortaya koyduğuma inanıyorum. Bu konuda amerikayı yeniden keşfettim iddiası yok. Konuyla ilgili yapılan yüzlerce araştırma ve çalışmalardan faydalandım. “Sünnilerin Şiileştirilmesi Çalışması”nı doğru bulmadığım ve Şiiliğin ne olduğunu bilmeden bu yönde adım atan kardeşlerimi uyarmak için yayınlamak zorunda kaldığım için, aslında hiç de mutlu değilim. Benim bu konudaki net düşüncem şii olarak doğan bir vatandaş kendi inancını doğru bulup ve onunla mutlu yaşıyorsa buna kimsenin bir diyeceği olamaz. Şii akidesi, Sünnilerce hiç doğru bir akide olarak görülmemekte eğer doğru görülse idi zaten şii olurlardı. Aynı şey Şiiler içinde geçerli. O halde Sünnileri Şiileştirme politikası bu insani düşüncenin neresinde kalıyor? Bu inanc önderlerine sormazlar mı siz kendinizi düzeltin diye.. işte olayın bu noktasında ben bu konuyla ilgili araştırmamı Şiiliğin ne olduğunu bilmeden sonradan Şiileşme yolunda olan kardeşlerime atfen yayınlamak zorunluluğu hissediyorum kendimi. Bütün bu hakikatleri görmezden gelip, tamamen duygusallıkla Şiilere yaklaşan birçok insanın bugün durumu maalesef ki onlardan farklı değil. Yakından tanıdığım onlarca arkadaş var ki Seksenli yıllarda Şianın gerçek dini anlayışını, tefsir ve muteber hadis kitaplarındaki şii gerçeğini bilmezlerdi. Sadece Humeyniye sempati ile bakarlardı. Bunlara Yahudi zulmüne karşı dayanma gücünün bittiği, Amerikan ve Siyonizm düşmanlığının atağa geçtiği süreçte de buna karşı çıkanın sadece Şiiler olduğu Sünni kesimin ise geçmişte yezidin taraftarı olduğu gibi bugünde benzer güçlerin yandaşı olduğu tezleriyle ehlisünnet dünyasına karşı sınır tanımaz yalan iftira yanlış bilgilerle bu kişileri aldattılar.. Başlangıçta kendi inançlarıyla ilgili de fazla bir bilgisi olmayan haksızlığa zulme karşı dik durmaya çalışan bu mazbut insanlar bugünkü görünümüyle Şiiliğin en azılı savunucusu durumuna gelmiş Şiileşmiş, azılı birer Şiacı olmuşlar, Şii fıkhını uygulayıp diğer müminleri küfürle itham eder duruma gelmişlerdir. Bu çevreler bazı konularda ekonomik olarak iranla göbek bağı olan öyle aydınlar üretmeyi başarmışlar ki!… Şiiliği bilmeyip bunları dinleyenlerin şii olası geliyor!. Öylesine masum bir portre çiziyorlar ki dua edesiniz geliyor. Tarihte oynanan oyunun bir benzeri olan siyasi yakınlığı dini yakınlığa dönüştürdüklerine şahit olmasaydım, bunların başlangıç ve bugünkü hallerini bilmeseydim bu konuya zerre miktar ilgim ve alakam olmazdı. Bu araştırma ve tecrübelerimi yazmaktaki amacım; hiçbir şii kardeşimi üzmek onunun inancına hakaret etmek, tekfir etmek, aşağılamak da değildir. İnançlarını sorgulamalarını sağlamak ise asla.! Bu onların kendi tercihleri. Benim derdim kendi inancını sorgulamadan, uydurma tarihi metinleri doğrulamak için kuranı adres gösteren, Kuran ı kendinden başka kimsenin bilmediğini zanneden, her hafta bir ilden kalkıp Ankara’ya gidip demode iğrenç bir yalandan başka bir şey olmadığı tarihi vesikalarla isbatlanmış, sahabe düşmanlığını canlı tutmaya çalışanlarla. Son yıllarda şii dünyasına ışık saçan şii ulemalarında hakikati yakalama adına büyük adımların atıldığı bu günlerde, gulatı çağrıştıran hatta onları aratan bir hitabetin sahibi olan beyin fukaralarıyla.! Bir de bu gibilerin etkisinde kalan sonradan Şiileşmiş, kültürler ile siyasi olguları dinin önüne çıkartıp, Kuranı ve Sünneti bu çerçeveden yorumlayıp ona buna cennet cehennem bileti kesen Şiacıalar ile. Bu alanı fütursuzca kullananlarla. Hakikat diye yutturmaya çalıştıkları inançların neler olduğunun anlamını bilmeden başkalarını aldatmaya çalışanlarla! İşte bu hakikatleri inanç noktasındaki vebali de dikkate alarak elimden geldiğince belden aşağı vurmadan şike yapmadan doğruları gözler önüne sermek olacak.İslam ülkelerindeki masum gençlerin şii yayılmacılığının etkisinde kalmasının en büyük sebeplerinde birisi Amerika’nın dünyayı yönetme ve sömürme içgüdüsü neticesinde Orta doğu ile ilgili planları ve stratejik hataları sonucudur. Bunun sonuçlarının bilinerek veya bilinmeyerek İran’ın lehine tezahür ettirilmesidir. Belki de Amerika nın staratejik bir hatası değil bilinçli olarak yaptığı bir şeydir. Bugün emperyalizmin işgal ve zulüm cemberi, hangi inancın gelişmesine imkan vermekte! Bu plan İslam dünyasının karşısında, yüzde on beşleri temsil eden Şiiliği eşit seviyelere çıkartıp bir birini yemesi ni sağlama projesi olamaz mı? Amerika İslamın lehine düşünebilen masum bir yapı olmadığına göre!. Kafasında ne hinlerin olduğunu kim bilebilir Allah’tan başka. Gelişmelere, sebep ve sonuçlara bakıldığında görünen gerçeklerle yüzleşince ortaya çıkan görüntü Mesela Irakın işgali, mazlum Filistinlilerin sürekli şiddet baskı ve zulümle karşı kaşıya bırakılması, Afganistan’ın işgali ve orada ölen milyonlarca masum çoluk çocuk kadın. Bütün bu zulme karşı Sünni İslam dünyasının organize bir birlikteliği olmaması ve sürece yeterli tepkiyi vermemesi nedeniyle bugün İran sanki islamın yegâne savunucu konumuna getirilmesi kimin eseri?..! Bugün İran mazlum milletlerin gözünde emperyalizme sömürüye karşı dik duran, Müslümanların hakkını savunan bir ülke olarak algılanmasını kim sağladı?,,!.
Bu sürecte diğer islam ülke yönetimlerinin malum hali. Bunların yani krallıkların, saltanat sahiplerinin İslamın geleceği ile ilgili her hangi bir kaygısının olmadığı gibi, din kendi toplumlarında ne kadar bilinmezse onların o kadar rahat ettikleri gerçeği çok düşündürücü değil mi? . Yüzyıllarca emek verilmiş ve toplumun hücrelerine işlemiş cihat ruhunun, bugün batılı emperyalistlerin, küresel kültürün etkisine terk edilmiş olması karşısında kendini bulmaya çalışan samimi insanların birçoğu da gerçeği bulma adına şii propagandacılarının tekeline düşmüşten kurtulamaması şii gerçeği ile mutlu olmaya çalışmaları nasıl saklanabilir?. Çok şükür ki gerçeğin hepsi bu kadar değil. Uşak yönetimlerce üzerine ölü toprağı atılarak uyutulmaya çalışılan toplumlardaki duyarlı insanların çoğu uyanmaya başlamış örgütlenerek yetişkin olduğu alanlarda hizmet üretmeye başlamışlardır. Bu da olayın çok daha farklı hoş yüzüdür. Bunlardan sadece bir cemaat, farklı ülkelerde hırıstiyanlık propagandası altında asimile edilmeye çalışılan milyonlara ulaşabilmekte onların Hıristiyanlaşması önlenmektedir. Yine bir başka cemaat Kuran okumayı unutan bu toplumlara kuran hizmeti götürüp onlara dinini tasavvufi bir yaklaşımla hatırlatmaya çalışmaktadır. Bunlar takdire şayandır. Bu faaliyetler iranın yaptığı gibi Müslümanları Şiileştirmek için bol para harcamak değil, Hıristiyan kültürünün etkisinde kalmış islamdan uzak kalan insanlara islamı yakın etmek gibi ulvi bir değer taşıyan hizmet türünü yürütmektedirler. Yani bu hastalığın ilacı devlette olmasa da şianın tekelinde olmadığını göstermişlerdir.
Şiiler bidatla doldurulmuş inancların gecelerini gündüze katıp yaymaya çalışırken, Şiileri Sünnileştirmek için değil, kendi kardeşlerimizin sapkınlığa gitmesine engellemek adına bir şeyler yapmamız gerekmez mi? Bir Müslüman bu gerçekleri göz ardı edebilir mi?. Bunca kendine güven niye? Bilmeyenlerin aldanması o kadar kolay ki.. Budistler büyük gücün taptıklarının (Tanrıyı) budanın temsil ettiğine inanıyorlar. Zekâlarında da bir sorun yok. Ama aklı kullanma ihtiyacı duymadan propagandanın etkisiyle kendi kültürlerine inanıyorlar. İnanç böyle bir şey. Yani senin inancın ne kadar güçlü olursa olsun daha zayıf durumdaki inanç çalışma ile daha çok taraftar bulabiliyor, daha inandırıcı olabiliyor. Bu tamamen gayrete bağlı bir şey. İnanca güvenerek yatmanın bir faydası yok!.Meseleyi inananların karşıdan nasıl göründüğü, bu inançların hangi kaynaklardan beslendiği, oluşturucuları ve tarihi sürecini inceleyerek neyle karşı karşıya olduğumuzun öğrenilmesi gerektiğine inanıyorum. Bu çalışmada kötülemek, yok etmek, hakikati karalamak, iftira etmek, gibi, şii metotlarını kullanmak olmayacaktır. Batılın ne zaman kimler tarafından başlatıldığı niçin sürdürüldüğü, hangi âlimlerin buna karşı çıktığı olumlu ya da olumsuz gelişmeleri objektif kriterler ölçüsünde sunmaya çalıştığımı söylemem lazım. Zamanla elde ettiğim bütün gelişmeleri ya da fark ettiğim yanlışlıkları anında çalışmama yansıtmaktayım. Şiiliği anlamak için şii inancı dışındaki büyük çoğunluğu oluşturan diğer Müslüman kitlelerin şii perspektifindeki görüntülerinin bilinmesi gerekir. Bununla ilgili bir örnek verilirse;İmamı Humeyni yazdığı kitaplarında: “Süphesiz ki Ebû Bekr ve Ömer kâfirdir. Onları sevenlerde onlar gibi ka firdirler.” (el-Meclisî/Hakku’l-Yakîn, 522; Humeynî/Kesfu’l-Esrâr, 112)Yine Humeyni, el-Humeynî, Tahrîru’l-Vesîle (s: 52, 94) adlı kitabında diyor ki: “Süphesiz imamın övülmüş makamı, sanlı derecesi ve velâ-yetine kainatın bütün zerrelerinin boyun eğdiği kevnî halifeliği vardır.” Yine der ki: “Şüphesiz bizim yani isna aseriye imamlarının Allah ile öyle bir halimiz vardır ki bu ne bir mukarreb melek ne de gönderilmiş bir peygamber için söz konusu değildir.”Yine Iraklı şii dini liderlerinden ve imamlarından Sistanî: “On iki imama iman etmeyen kişi Müslüman mıdır?” seklindeki soruya “O kâfirdir” diye cevap vermiştir. “On iki imamdan birine iman etmeyen kişinin arkasında namaz kılmanın hükmü nedir?” seklindeki soruya: “Caiz değildir” diye cevap vermiştir. Bu fetvalar Sistanî’nin resmi internet sitesinde kendi el yazısı ve imzası ile yayınlanmıştır. Bu sorgulanabilir.Humeyni’nin Keşfü’l Esrarda da “şii” dini demektedir. Eğer onun dediği gibi bu bir mezhep değil de yeni bir din ise, bu din; Müslümanlar arasına ayrılığı ve bölücülüğü sokmak için İslam’a karşı bir tuzak olarak kurulduğu islam âlimlerince teyit edilen bir husustur. Bu din kurulduğu günden bu yana İslam’a ve Müslümanlarla karşı savaş halinde olduğu bir realitedir.. İslam tarihinde vuku bulan olayların tahlilini yapanlara göre Müslümanlar arasında çıkan savaşların meydana gelmesinde en büyük pay Şiilere ait olduğu gibi. İslam ülkelerine göz dikip Müslümanların kanlarını akıtanların yanlarında yer alanlarında yine Şiiler olduğu görülür. İşte Hulâgu’nun vezirlerinden nasıruddin el-tûsî (şia ileri gelenlerinden) Abbasi hilafetini sona erdirmek için hulagü’yü ikna edip, milyonlarca Müslüman kanını ırmaklar gibi akıtmasında ona yardımcı oldular. Bununla da kalmayıp tatarların Müslümanlara karşı başlattıkları savaşta Müslümanların tatarlara indirdikleri nihai darbeye kadar onların yanında yer almaya devam etmişler nesilden nesile hep tatarlarla işbirliği halinde olmuşlardır. Tarih kitaplarında bu konular oldukça geniş olarak anlatılmıştır. Şiilerin islamı yok etmek için yola cıkan Hulâgu ya nasıl yardımcı oldukları. Şianın kanaat önderlerinden ve imamlarından Humeyni nin bu konuda hala kendi tarihlerine destek verdiği anlamak mümkün değildir. Humeyni, bu konuda şöyle der: hulagü ile işbirliği yapıp ona yardımda bulunmak, islam’a ve Müslümanlara gerçek yardımda bulunmak olmuştur. Diyerek bir tarafa böyle bakan Humeyni, diğer taraftan mehdi gelinceye kadar şiilere beklemeyi emreden Yahudilerin uyutma projesini yıkan ilk lider olmuştur. Bu takdire şayan bir husustur. Şiiliğin temel felsefesinden biri olan imamet mevzuunda 12 imamın kayıp olduğu kayıp olan imam gelinceye kadar kimsenin bir şey yapmasına gerek olmadığı, nasıl olsa 12 imam kayıptan çıkacak hem kendi düşmanlarını hem de Müslümanların düşmanlarını yok edecek inancı içinde olan Humeyni öncesi Şiiler yaklaşık 12 asırdan beri islamın yayılmasına en ufak bir katkı sağlayamadılar. Humeyni burada bir oyunun olduğunu anladı ve bugün şii toplumunu bu uyutma projesinden kurtardı. Bu kendi inancı ve ülkesi ile diğer İslam dünyası için son derece iyi bir şeydir. Ne mutlu o topluma ki Humeyni gibi bir lider yetiştirmişler. Yukarıdaki örnekte sahabenin ileri gelenlerini küfürle itham eden Humeyni’nin bazı hutbelerinde mezhepçilik yapmadan ehlisünnet Müslümanları desteklediğini görüyorsunuz! Ayrıca Humeyni nin halkı gulat fikirlerden arındırmaya çalışarak aklı daha ön plana çıkarttığına şahit oluyorsunuz! Kendi toplumunu batılın ve emperyalizmin bataklığından çıkarttığına da dünya şahittir. O zaman Humeyni yi nasıl değerlendirmeliyiz. Humeyni hem dini liderdir hemde devlet yönetmiş bir kimsedir. Konuşmalarını ve yazdıklarını her koşulda toplumun bulunduğu şartlara göre yaptığını düşünmek mümkündür. Humeyni o günkü toplumun inacından farklı görünseydi o topluma lider olamazdı. Zaman zaman dini liderliğini ön planda zaman zaman da devlet başkanlığını ön planda tutmak zorunda kalmıştır. Acaba Humeydi kendi toplumunu asırlardan beri gelen radikalliğin, gullatın etkisinden kurtarıpda meshepciliği kaldırabilirmiydi? Normal şartlarda buda pek mümkün görünmüyor? İranın o günkü şartlarını bütünü bilmeden olayın içinde yaşamadan uzaktan bir insanın davranışlarını yargılamak doğru değildir. Ama şu unutulmamalıdır ki Humeyni bir şiidir. Şiilerin de, ehlisünneti değerlendirmede ortak anlayışları mevcuttur. Bu kendi kaynaklarına yansımıştır. Bu inançlarla beslenen bir toplumu ani bir şekilde değiştirmek öyle kolay bir iş değildir.
Yani Humeyninin islamın merkezine ne kadar yakın olmak istediğini ya da kendisinin ne kadar yakın olduğunu, şartların onu bu kadarla yetindirip yetindirmediğini bilmek mümkün değil. İç dünyasındaki inancının derecesinin ne olduğunu ancak Allah bilir. Ama şu bir gerçektir ki Humeyni katıksız bir şiidir. Ama bir Şah İsmail de değildir. Şiilikle ehlisünnet inancı arasına aşılmaz engellerin konulması ayrıcalıkların artırılması şah döneminde gerçekleştirilmiştir. Humeyninin adımları bazı radikal çıkışlarını saymazsak ayrıştırıcı yönde değil birleştirici olma yönündedir. Bazı kafalar, kişi ya da olayları değerlendirmede toptancı yaklaşım sergiledikleri için bu ayrımı çelişkili bulabileceklerini görüyorum. Bu bakışı sergileyenler diyecek ki; Humeyni ile alakalı hem öyle hem böyle diyorsun! Yani Humeyni ye toptan çok kötü , ya da göklere çıkaracak kadar iyi! Demeliyim. Yok, böyle bir şey. İşte Humeyni de bir insan hem iyilik ve doğruların hem de yanlışlık ve kötülüklerin bir parçası olabilir. Yani onun gibi düşünmeyenler onun zayıf noktalarını bulup belden aşağı vurması ile haklı olduğu konuların ardına saklanıp hataları göz ardı edilmesinin doğru bir tarafı bulunamaz. Önemli olan bunları ayrıt edebilmek bunun sebeplerini anlayabilmek
Peygamberimiz, Bizanslılar ile Ateşperest İran arasında çıkan şavaştı Bizanslıların zaferine sevinmiş yenilgisine üzülmüşken, bizim bugünkü İranlıların kötülüğünü istememiz asla söz konusu olamaz. Ama burada inçe bir çizgi var. Onları destekliyor olmamız onların muzaffer olmasını istememiz onların inançlarını da paylaşıyoruz anlamında değildir. Çünkü Şii inancı ile ehlisünnet inancı bire bir aynı değildir. Bazı konularda farklılıklar ayrı bir din gibi algılanıyor olsa da ayrı bir din değildir. Bunun çok iyi ayırt edilmesi için Şiilere düşmanlık etmeden şii gözlüğü ile değil de şii kaynaklarından Şiiliği iyi tanımamız gerekiyor. Bu çalışmanın ana konusu budur.
Bütün bu sürecin tahlilinde şu da görülmektedir ki;Siyasi bir sempatinin etkisiyle bilmediği bir karanlığın içine düşen öğreneyim derken anlamadığının esiri olan, hissiyatın galebesiyle aklın körleştirildiğin farkında olmayan kişilerin sayısı hiçte küçümsenecek gibi değil.Alt kültür düzeyindeki bazı insanlar, bir inancın etkileşim sürecine girdiği dönemlerinde kendi öğretilerinin üzerinde başka bir şey görememekte öğrendikleri kendi doğrularının en radikal savunucu, bu düşünce tarzının dışında olan her şeyi reddetme temayülü ise onların zırhı haline dönüşmektedir. Kendi kendilerini bir aslan görür iken, karşı taraftaki görünümlerinin, öğrenmeye çalışan fakat öğrenemeyen bir cahil, bunların farkında olamayan bir zavallı Profülü çizdiklerinin farkında bile olamıyorlar. Bu gözlemlerin ışığında önce humeyniye siyasi bir sempati ile yaklaşan sonradan Şiileşen çok yakın tanıdığım bir arkadaşım bir sohbet esnasında, M. Asım Köksal ın İslam Tarihi kitabını okuduğunu, “Ebu Bekir ve Ömer hayatlarında bir tane kâfir öldürmemişler bütün savaşlardan kaçmışlar” ifadesiyle iki cümle hiç anlayamadığı kitabı özetleyiverdi. Herkesin takdirini kazanmış, her bir bilgiyi onlarca delile dayandıran tamamen belgesel niteliği olan ciltler dolusu kitaptan anladığı ve çıkardığı sonuç buydu. Kendini okuyan birisi olarak lanseden bu kişinin ifadesi meseleye bu tür inançların etkisinden kalmış kişilerin konulara bakış acısını ortaya koymaktadır. Her hafta sonu kendilerine mahsus Ankara’da bulanan vakıflarında dinlediklerini bizimle paylaşan bu arkadaşın söyledikleri insan beyninde infial yaratacak şeyler. Kendi aralarında konuştukları birçok şeyin kaynaklarında olmasa bile gelişmelere göre ellerine iki üç sayfadan oluşturulan notlarla beyin yıkadıklarını bu tür yakın dostluklar neticesinde anlamak mümkün oluyor. Her hafta bir sahabe ile ilgili son derece çirkin bir iddia, bunlar neler mi dersiniz? Kuranı Kerimin kıyamete kadar Allahın vaadi ile değil de Hz Ali sayesinde hükmünü kaybetmeyeceği, Hz Ebu Bekir için, Peygamberimizin mağara arkadaşı olmasından sebebi, hicret esnasında putperestlere ispiyonlamasından endişe edildiği için kerhen cağrılan, korkak aslında zenginliği olmayan sıradan birisi. Hz Ömer’in oğlan hastalığına müptelalığı, korkaklığı, adaletli olmadığı, Hz Fatımayı öldürdüğü, hadislerin yazımına engel olduğu, Hz Ayşe nin Hz peygamberimizin hanımı olmasının ötesinde hiçbir değerinin olmadığı, yine onunla ilgili hiçbir müminin diline alıp konuşamayacağı yalan ve iftiraları, bunların yanında Hz Talha nın bir sürü yanlışları ve zekâtını doğru dürüst vermemesi, Peygamberimizin vefatından sonra da Hz Ayşe ile evlenmek istemesi, “ O bizim hanımlarımızla evlenmek isterken iyi idi de, biz de onun hanımı ile neden evlenmeyelim “ dediği yalanı, Hz Osman vs özellikle cennetle müjdelenenler, siyaseten Hz Ali ile ortak hareket etmeyenler ve ileri gelen bütün sahabelerin aleyhine akla hayale gelmeyecek şekilde uydurulan yalan iftira ve aşağılayıcı söylemlerini bire bir sohbetlerinde anlatarak katılımcıların sahabeden uzaklaşmasını sağlamaktadırlar. Dolayısıyla da bu güzel insanlar tarafından rivayet edilen bütün islamı gerçeklerin üzerini bu yöntemle kapadıklarını, en azından kapamak için ellerinden gelen bütün hünerlerini gösterdiklerini görmek mümkündür. Bu yaklaşımları ile tertemiz inanç sahiplerini ne hale getirdiklerini görüp de Allah ıslah etsin demekten başka söylenecek bir söz var mı? Bilemiyorum!. Bugün Hz Ali hayata dönse de, geçmişte söylediklerini bunların yüzüne tekrar etse, “ ben ve evlatlarım şii düşüncesinden beridir” dese Hz Ali yi bile çok rahat küfürle itham edecek radikallik ve sapkınlık içine girmiş bir hayli inanç sahiplerini görmek mümkün. Çünkü onlar için gerçek, Hz Ali nin kendisi değil, şii felsefesinin içinde konuşlandırılan Ali ve çocukları önemli. Sözün kısası bu tip radikalliğe saplananlar sünnete bağlı islam kaynaklarını bir şey öğrenmek adına değil, acaba nerde bir tereddüt bulurumda istismar eder onu kullanırım, elimde delil olur mantığı ve yaklaşımıyla meseleye bakıyorlar. Bu tip yaklaşımlarda bilmediğini öğrenme, aklı kullanma, mantığa uygunluk arama gibi nezih bir davranış bulunabilir mi? Bunlar mollalara kiraya verdikleri beyinlerinin bir merkezden dolumunu sağladıktan sonra, basit bir mekanizma ile acılan radyonun konuşması gibi aldıklarını anlayabildiklerini molla gerçeğini yayın ederler, o kadar. Bunun dışında en ufak bir yorumlama araştırma düşüncesi, muhakeme, mukayese her hangi bir vizyon görmeye kalkışmak hayali olur. İlk bakışta bu sözler tamamen gercek dışı görülebilir. Olur, mu böyle bir şey denebilir. Bu da tabi ki çok doğru bir yaklaşım. Ancak yıllardır tanıdığım mesai arkadaşlarım var. Bunlar her cumartesi Ankara da Irak Şiileriyle bağlantılı bir vakfa gidiyorlar. (Adres vermek yakışıksız olur) Şiiliğin inanç akidelerini yıllar önce ilk defa onlara anlattığım zaman böyle bir inanç olur mu? Bunlar tamamen iftira ya da sen anlamamışsındır diye bana itiraz ediyorlardı. Bir hafta, on beş gün sonra aynı konuyu daha ileri safhada oradan dinledikleri zaman benim daha önce söylediğim şeylerin ötesinde duydukları şeyi kayıtsız şartsız kabul edip onun bir numaralı savunucu oluyorlar. Kendi seciciliğini kendi aklını kendi muhakemesini hiç kullanmayan eğitimli bir insanın nasıl böyle olabileceğinin canlı örnekleri çok yakınımda. “Bizim gittiğimiz yer ehlibeyt mektebi”diyor “oradan gelen bilgi süzülmüş bal gibidir. Orada zararlı bir şey olmaz” sözleriyle oraya kayıtsız şartsız biat ettiklerini ifade ediyorlar. Madem bu mekteplerde hep doğrular söyleniyor da söylenen şeylerin kişiye göre değiştiğini görmezden gelip doğrunun tek olduğunu bilmiyorlar mı? Bilseler de burada hikmet görüyorlar. Bunlar benim canlı örneklerim. Ehlibeyt mektebi adı altında birbirinden ayrı onlarca şii vakıfları var her birisi diğerinin inancını tekfirlikle suçlayabiliyor? Adama demezler mi ki hangi ehlibeyt mektebi? Bu yaklaşımlarda inanç olarak Şiiliği, tutum ve davranış olarak hariciliği bariz bir şekilde görebiliyorsunuz! Tamamen meshebi inanca teslim olmuşlar. Allaha teslim olmayı mollalara teslim olarak algılamakta kiraya verilmiş beyinleriyle diğer Müslümanların kafalarını bulandırmaya çalışmaktadırlar. Dolayısıyla bunlardan alınacak yâda bunlarla sağlıklı bir ortamda tartışılacak bir şey bulmak ne derece mümkün! Takiyyenin süslenerek yalana dönüştürüldüğü bundan sevap umulduğu, her an bir doğruya bir yalanın giydirildiği o kadar olağan olmuş ki!
Şiileri bu kadar radikal yapan inanç sisteminin özellikleri nelerdir?Bunun adını en başta koymak gerekir ki; Ehlibeyt sevgisi. Başlangıçta masum ve güzel bir sempati ile başlayıp sonraları altı farklı anlamlarla doldurulan bu sevgi Şiacıların en büyük sermayesi olmuştur. İkinci sermayesi ise; sonradan icat ettikleri takiyye inancı. Eğer takiyye inancı olmasaydı Şiacıların ne sabit bir mezhepleri, ne devam eden bir itikatleri ve ne de kabul edilir bir sözleri olurdu. Bu başlangıcın arka yüzü yüzyıllardan beri doldurulduğundan her gün şii inancının içine yeni bir şey girdiğini görebilirsiniz. Tıpkı Şah İsmail dönemine kadar ilk üç halifeye küfür edilmez iken, ondan sonra bahsi gecen yüce insanlara hakaretin en kötüsünün yapıldığı gibi. Masum bir ehli beyt sevgisini, mazlumiyeti, haksızlığa başkaldırıyı Şiacılar öylesine işlemişler ki, ulaşabildikleri toplumlara bu onurlu duruş kullanarak uydurdukları inançlar etrafında kenetlemenin yol ve yöntemini bulmuşlardır. Eğer bu sevgiyi tabulaştırmamış olsalar en takdir edilecekleri yönleri budur denilebilirdi. Ancak, bu sevgi onlarda ifrat derecesine cıkmış bir bidat haline dönüşmüştür. Zaten onlar şii ideolojisini ehlibeyt sevgisi ve Hz Hüseyin in şahadetini kullanarak nesilden nesile taşımışlardır. Yoksa burada tarihin, acının dışında inanç adına taşıyacak herhangi bir şey bulmak mümkün değildir. Her hakikatin yozlaştırıldığını amacından saptırıldığını gibi bununda mecrasından çıkartıldığı apaçık ortadadır.Geçmişte ıslama hizmeti dokunan insanlara düşmanlık etmenin hangi inanca hizmeti olabilir. Bu bölünmüşlüğü derinleştirmeden ziyade neye yarar. Kaldı ki, İslam dünyası şu an ciddi tehditlerle karşı karşıya bulunduğu bir ortamda ortak paydaları ön plana çıkarmak, ihtilafları daha ötelere itelemek veya gündemin merkezinden uzaklaştırmak gerekmez mi?. İslâm’ın yeryüzündeki hedefi; Seyyid Kutup’un Fizilal’de, “insanlık, üzerine şahit olmak, insanlığa her şeyin doğrusunu yaymak ve yeryüzünde adaletin egemen olmasını, insanların yeryüzünde insan gibi hayat sürmelerini sağlamaktır” dediği gibi… Bizler bu amacı gerçekleştirmesi gereken bir ümmet iken birbirimize düşmenin ya da Sünnileri Şiileştirmeye çalışarak tefrikayı körüklemenin islamı yücelere taşımış insanlara iftira atarak hassasiyeti olan insanları vahdetten uzaklaştırmanın kime ne faydasının olduğu düşünülmez mi? Bugün, değiştirme noktasında hiçbir şey yapamayacağımız tamamen tarih konusu olan bir hususu, tefrikayı artırmak adına olmasa bile sürekli gündeme taşımak birilerinin bunun yanında başka birilerini de bunun karşısında varsayarak tahrik unsuru olarak kullanmak kimin ekmeğine yağ sürmek olur?
Bugün dünyamızda Hz. Ali’yi methedenler Şiilikle, onun icraatlarıyla ilgili tenkidi mahiyette fikir beyan edenler ise Ehl-i Beyt düşmanı veya Emevîci olmakla suçlanmaktadır. Bu tarihte de günümüzde de böyledir. Bazen de bu konularla ilgili görüş beyan edenlerin ashaba saygısızlık ettiği şeklinde yorumlandığı sık sık görülmektedir.
Oysa bölünmüşlüğü meydana getiren o dönem hadiselerinin ve hadiselere doğrudan veya dolaylı müdahil olan şahısların rollerinin hissî bakış açısı yerine aklî plânda ortaya konulup değerlendirilmesi gerekmektedir.. Ayrıcalığın sebeplerinden sayılan ve zalimce şehit edilen Hz. Hüseyin’e ağlamak, ya da Yezid’i/Ubeydullah b. Ziyad’i tekfir etmek şeklindeki ifrat ve tefritten kurtarmak, olayları olduğu gibi anlamaya çalışmak, nihayetinde daha soğukkanlı yorum ve değerlendirmelerde bulunmak gerekir. Zira tarih ağlamak veya tahkir/tekfir etmek, teselli bulmak veya psikolojik tatmin sağlamak amacıyla okunmaz, okunmamalıdır; tarih ancak anlamak için okunursa o zaman yol gösterici olur.
Haricilik dışındaki görüşlerin hiç birinde ehlibeyt düşmanlığı yapılmamaktadır. Harici geleneğini fiili olarak sürdürenler olsa da inanç noktasında onlarında nesli tükenmiştir. Bugün Şiilerin kendileri dışında gördükleri inanç sahiplerinin tefsir kaynaklarına indiğiniz zaman birçok Şii düşünceyle çok farklı olmayan yorumları bulmamız mümkündür. Ehl-i Beyt meselesinde de Şia’nın anladığı tarzda da Ehl-i Beyt meselesini anlayan müfessirler olduğu gibi, farklı anlayanlar da var. Bu tarihi bir konudur. Böyle olması da gayet doğaldır. Bunu ayrılık meselesi olarak görmek ne kadar yanlıştır. Nitekim Ehl-i Beyti ifade eden Hz. Peygamber’in ailesinin tamamı bugün Allah ın rahmetindedirler. Ehlibeyt anlayışını İster Şia’nın dediği gibi Ali’nin Fatıma’nın soyundan gelenlere tahsis edilsin, ister Hz. Peygamber’in o zamanki eşleri ve ailelerinin hepsi katılsa bugün ne fark eder? Yani onların tamamının temiz kılınmak istenmesi bizim sermayemize zarar mı getirir? Esas olan İslam’a kimin hizmet ettiği değil midir?
Ehlibeytin temizlenmek istemesi onların hiç hata yapmayacağı anlamına gelmemektedir. Zaten ehlibeyt sahabedendir. Ayrıca ehlibeyt olma özellikleri de vardır. Ancak, sahabe ve ehlibeyt hata yapabilirler. Ehlisünnet inancında her olumsuzluğu onlara bağlayıp küfür ve düşmanlık etmemek şartı ile onlara eleştirilemez gibi kutsaliyet tanınmamıştır. Farklı anlayışlardaki sorumluluk herkesin kendini bağlar. Ancak eleştiri noktası hassasiyetleri yok edecek derecede olmamalıdır. Mesela hariciler Hz Ali yi tekfir ettiler diye ehlisünnet doğru söylüyorsunuz diye onların peşinden mi koştu? Hayır. Nedeni onlar cahil ve şekilciydi. İlk üç halifenin icraatlarından bazılarını beğenmeyebilir sonuçlarına bakarak eleştirebilirsiniz. Farklı yapsaydı daha iyi sonuç alabileceğini düşünebilirsiniz. Ancak Hz Osman için, bütün akrabalarını vali yaptı. Devlete değil etrafına çıkar sağladı diye ele avuca sığmaz iftiralarla Hz Peygamberin iki defa damadı olmuş bir zata, eleştiri dozunu bitirip çok ağır ithamlarla saldırıya geçerseniz, elbette o mazlumun hakkını savunacak birileri çıkacaktır. Buna karşın hakkında itham olmayan fakat konuşulmasın da hiçbir fayda görülmeyen başka eleştirileri gündeme taşıyacaktır. Hakiki tarihe bakılarak Hz Ali ile Hz Osman mukayese edilecektir. Kim daha çok akrabalarını vali yaptı. Öldükten sonra kim daha çok geriye miras ve köle bıraktı! Kaç tane evlilik yaptı gibi hususların karşılaştırılması birilerini ister istemez üzecektir. Çünkü bazı kimselerin masum sıfatı yakıştırdıkları İslam büyüklerinin farklı yönlerini öğrenme lüksü yoktur. Ama hakiki sünnet ehlinin böyle bir kompleksi yok. Nedeni hep mütedeyyin davranmış orta yolu tercih etmiş ifrat ve tefritten bu tür şeyler yüzünden kaçınmış, geçmişi hayırla yad etmişlerdir. Yine Muaviye’nin İslam’da şura prensibini göz ardı edip halifeliği saltanata çevirmesini de görmezden gelmeyip eleştirmişler, bu süreçteki yanlışları kamufle etmemiş, veya bir hikmet vardır mantığı ile bir değer izafe etmemişlerdir. Böyle bir yaklaşım yerine haklı eleştiriyi tarihten ders almak adına yapmak dururken, ona kâfir demek İslam ahlakına ne derece uygundur. Biz onun Allah ı inkâr ettiğini gördük mü?... Hayır…. Bunu konuşmamızın bize bir faydası, konuşmazsak bir zararı var mı?... Hayır… Pekiyi bunu konuşmak iyi bir şeyimi- kötü bir şey midir?.... İyi olması muhtemel bile değil… O halde bunu çiğnemenin ne faydası var? Sadece koca bir hiç…. Pekiyi ümmet içindeki ayrıştırmayı sağlayan fikir sahiplerini tanıyor muyuz?.. Hayır… Onların doğru söylediğini biliyor muyuz? O da hayır. Hangi niyet ile söylediklerini de bilmiyoruz? Bu kadar bilmediğimiz meçhulün söylemlerinden nasıl doğrular olabilir ki?
Sürecin böyle gelişmesini sağlayan meselenin bir başka boyutu sütten çıkmış ak kaşık diyemeyeceğimiz ümmetin çoğunluğu temsil eden bir İslam dünyası var önümüzde. Elbette onlardan da hatalar zuhur etti ki, bu bölünme oldu. Konuyla ilgili araştırmalar bunu ortaya koyuyor. Yani ümmet olarak hiç kimse masum değil. Kiminin inanç noktasında saplantıları var kiminin uygulama noktasında.
Sünnet ehlinin yani ehlisünnetin, ehli ehlibeyt sevgisi ve bundan daha önemlisi olan Allah ın “Seni yaratmasaydım âlemleri yaratmazdım “dediği Resûlallahı sevme ve sevdirme adına ürettiği eser ya da toplumdaki etkileşimin etkisinin ne olduğu konusunda eldeki verilere bakıldığında; Şiilerin ürettikleri destanlara, taraftarlarını etkileme gücüne, diğer İslami kesimlerden insanların sempatizanlığını kazanma faaliyetlerinin yanında İnsanın utanası geliyor. Bu anlamda inancalarına güvenip yatanlar acısından ortada büyük bir boşluk olduğunu görmek mümkündür. Tabi ki bu boşluk bıraktırılırsa birileri gelir yanlışlarla doldurmaya kalkar. Bir de itikadım inancım sağlam düşüncesinden yola çıkarak, inancı ile yaşamı arasına mesafe koyanları, inandığı gibi yaşamayı unutarak, yavaş yavaş yaşadığı gibi inanmaya ve gittikçe zillete doğru yol almaya başlayan bir dünyayı görmezden gelebilirliyiz. Bizler bu felsefenin neresindeyiz?. Eğer inancın için bir şey yapmazsan inanç senin için asla bir şey yapmaz. Sen onu terk edersen, o da seni terk eder kendini yaşatacak daha ehil eller bulur. Şia bunca eleştiri alan itikadına rağmen bugün kendini inandığı islamı temsil etmeye adamış görünüyor. Sonuçta bu inanç sınırlarını kendileri çizmediler. Bugün yaptıkları sadece geçmişte bırakılan boşlukların doldurulması. Keşke bu boşlukları doldururken meshebi inançlarını pekiştirme adına değil de bazı şia âlimlerinin yapmaya çalıştıkları ancak tabulaşmış fikirlere dokundukları için büyük dirençle karşılaşan Allame Muhammed Hüseyin Fadlullah, Ali Şeraiti, Seyyid Murtaza Askeri, Ahmed el- Kâtip adlı kişiler gibi tevhit inancında hakikate ulaşma ve birleştirme adına yapsalardı.
Şii itikadını oluşturan hususlar ile bu itikadı oluşturdukları bilgi kirliliğinden oluşan tarihi hikâyelerin hangi yalancılardan geldiğini, bunlardan sağlanan çıkarların ne olduğunu, itikatlarına delil oluşturdukları ayetlerin hakiki anlamlarını, uydurulan hadislerini kısaca islamın reddettiği hususları elimden geldiğince her iki tarafın kaynaklarından toparlamaya çalışacağım.. Son yıllarda yapılan bir araştırmada göstermektedir ki, İran yayınevleri Türkçeden Farsçaya çevirdikleri kitap bir elin parmağı kadar bile yok. Bu kitaplarında ilmi bir yanı olmayan güncel olaylardan meydana gelmekte. Oysa İran da yayınlanan bütün klasiklerinden tutun da kitapevlerine gelen hemen hemen her kitap Türkçeye çevrilmektedir. Türkiye deki bilim adamları din adına yaptıkları çalışmalarında bağnazlığa düşmeden bunlardan faydalanıp dip notlarla göstermekteler. Yani bizim toplumumuz yavaş yavaş meseleye daha bir farklı yaklaşımla Müslümanları kendi kişiliklerinden ayırmadan birleştirme çabası içindeler. Bu benim gerçeğim.
Sonuçta bugün şia toplumu da hem devlet olarak hem de toplum olarak onurluca inançlarının arkasındalar. İslam âleminin gerçeği de bu! Pekiyi bu inanç dünyasına sadece eleştirel gözle bakanların hali ne?!.
Sözünü ettiğimiz olumsuzluklar eskidendi. şimdi rejim değişti. Toplumun olaya bakış tarzı eskisi gibi olmayabilir diye düşünebilirsiniz. Keşke öyle olsa! Mezhepsel yorumlar öne çıkarılmasa, Meshepcilik yapılmasa! Şiiler kendi inancını, Sünniler de kendi inancını müdahalesizce yaşasa, ama gerçek hiç öyle değil. Bunun böyle olmadığı ırakta, kara bağda görüldü. Irak’ta işgale karşı çıkan ve kanlarının son damlasına kadar mücadele veren Sünni Müslümanlara karşı Amerika’yı arkalarına alarak ırakta bombalamadık cami öldürmedik Sünni bırakmadıklarını, Bu karşın harici zihniyetli bir takım cahillerde aynı metotlarla bunlara karşılık vererek her yanı kan gölüne cevirdiler. Bu durumu Iraklı dini liderlerden kardavi Müslüman ülkelerine feryat ederek duyurmak zorunda kaldı. Daha sonra da Amerika’ya karşı mücadele eden Müslümanların direnci kırıldıktan sonra, Şiacılar birden bire anti Amerikancı oldukları ifadesiyle anılmaktadırlar. Anti Amerikancı ya da emperyalizme karşı olduklarından şüphe yok. Bu konuda diğer İslam ülkelerinin çok da önündeler. Ancak, Sünni Müslümanları yok etmek için ortak hedefte Amerikalılarla nasıl işbirliğine gittikleri anlaşılır bir şey değil!. Tabii burada şu gerceğide söylemek gerek söz konusu ülke toprağında İslam adına şii camilerini şii pazarlarını bombalayıp yüzlerce çoluk cocuk masum insanların ölümüne sebep olan yapılanmalarda mevcut. İnanan insanlar İslami prensipleri gereği haksızlık nerden gelirse gelsin yanlışı söylemek durumundadır. Haksızlığın sizdeni bizdeni olamaz. Haksızlık haksızlıktır.Irakta bu süreç devam ederken diğer islam ülkelerinde ha bire Şiileştirme faaliyetlerini bütün hızlarıyla sürdürüyorlar. Çünkü onların akidelerinde sünnet bağlılarını Müslüman olmadıkları için güya onlara tebliğ yapıyorlar. Ehli sünnet inancında olan insanları Yahudi ve Hıristiyan dan daha aşağı gördükleri kendi inançlarında, kendi kaynaklarında mevcut. Şu günlerde Müslüman kesime yaklaşımlarında kerhenlik var imajı yabana atılır gibi değil.Baştan beri anlatılanların yani Şiilerin inanc akidelerini, Sünnete bağlı mümini nasıl gördüklerini, islamı akideleri nasıl saptırdıklarını tespit etmek günümüz iletişim cağında artık hiç de zor değil. Bütün bu hususları, tarihi ve günümüz yorumlarıyla kendi liderlerinin sözlerinden, kendi kaynaklarından alıntılarla alınan kitapların adı ve sayfası ile “Şianın doğuşu ve gelişim sürecinde Şia ve Şiacılar” adı altında ki çalışmamda ortaya koyduğuma inanıyorum. Bu konuda amerikayı yeniden keşfettim iddiası yok. Konuyla ilgili yapılan yüzlerce araştırma ve çalışmalardan faydalandım. “Sünnilerin Şiileştirilmesi Çalışması”nı doğru bulmadığım ve Şiiliğin ne olduğunu bilmeden bu yönde adım atan kardeşlerimi uyarmak için yayınlamak zorunda kaldığım için, aslında hiç de mutlu değilim. Benim bu konudaki net düşüncem şii olarak doğan bir vatandaş kendi inancını doğru bulup ve onunla mutlu yaşıyorsa buna kimsenin bir diyeceği olamaz. Şii akidesi, Sünnilerce hiç doğru bir akide olarak görülmemekte eğer doğru görülse idi zaten şii olurlardı. Aynı şey Şiiler içinde geçerli. O halde Sünnileri Şiileştirme politikası bu insani düşüncenin neresinde kalıyor? Bu inanc önderlerine sormazlar mı siz kendinizi düzeltin diye.. işte olayın bu noktasında ben bu konuyla ilgili araştırmamı Şiiliğin ne olduğunu bilmeden sonradan Şiileşme yolunda olan kardeşlerime atfen yayınlamak zorunluluğu hissediyorum kendimi. Bütün bu hakikatleri görmezden gelip, tamamen duygusallıkla Şiilere yaklaşan birçok insanın bugün durumu maalesef ki onlardan farklı değil. Yakından tanıdığım onlarca arkadaş var ki Seksenli yıllarda Şianın gerçek dini anlayışını, tefsir ve muteber hadis kitaplarındaki şii gerçeğini bilmezlerdi. Sadece Humeyniye sempati ile bakarlardı. Bunlara Yahudi zulmüne karşı dayanma gücünün bittiği, Amerikan ve Siyonizm düşmanlığının atağa geçtiği süreçte de buna karşı çıkanın sadece Şiiler olduğu Sünni kesimin ise geçmişte yezidin taraftarı olduğu gibi bugünde benzer güçlerin yandaşı olduğu tezleriyle ehlisünnet dünyasına karşı sınır tanımaz yalan iftira yanlış bilgilerle bu kişileri aldattılar.. Başlangıçta kendi inançlarıyla ilgili de fazla bir bilgisi olmayan haksızlığa zulme karşı dik durmaya çalışan bu mazbut insanlar bugünkü görünümüyle Şiiliğin en azılı savunucusu durumuna gelmiş Şiileşmiş, azılı birer Şiacı olmuşlar, Şii fıkhını uygulayıp diğer müminleri küfürle itham eder duruma gelmişlerdir. Bu çevreler bazı konularda ekonomik olarak iranla göbek bağı olan öyle aydınlar üretmeyi başarmışlar ki!… Şiiliği bilmeyip bunları dinleyenlerin şii olası geliyor!. Öylesine masum bir portre çiziyorlar ki dua edesiniz geliyor. Tarihte oynanan oyunun bir benzeri olan siyasi yakınlığı dini yakınlığa dönüştürdüklerine şahit olmasaydım, bunların başlangıç ve bugünkü hallerini bilmeseydim bu konuya zerre miktar ilgim ve alakam olmazdı. Bu araştırma ve tecrübelerimi yazmaktaki amacım; hiçbir şii kardeşimi üzmek onunun inancına hakaret etmek, tekfir etmek, aşağılamak da değildir. İnançlarını sorgulamalarını sağlamak ise asla.! Bu onların kendi tercihleri. Benim derdim kendi inancını sorgulamadan, uydurma tarihi metinleri doğrulamak için kuranı adres gösteren, Kuran ı kendinden başka kimsenin bilmediğini zanneden, her hafta bir ilden kalkıp Ankara’ya gidip demode iğrenç bir yalandan başka bir şey olmadığı tarihi vesikalarla isbatlanmış, sahabe düşmanlığını canlı tutmaya çalışanlarla. Son yıllarda şii dünyasına ışık saçan şii ulemalarında hakikati yakalama adına büyük adımların atıldığı bu günlerde, gulatı çağrıştıran hatta onları aratan bir hitabetin sahibi olan beyin fukaralarıyla.! Bir de bu gibilerin etkisinde kalan sonradan Şiileşmiş, kültürler ile siyasi olguları dinin önüne çıkartıp, Kuranı ve Sünneti bu çerçeveden yorumlayıp ona buna cennet cehennem bileti kesen Şiacıalar ile. Bu alanı fütursuzca kullananlarla. Hakikat diye yutturmaya çalıştıkları inançların neler olduğunun anlamını bilmeden başkalarını aldatmaya çalışanlarla! İşte bu hakikatleri inanç noktasındaki vebali de dikkate alarak elimden geldiğince belden aşağı vurmadan şike yapmadan doğruları gözler önüne sermek olacak.İslam ülkelerindeki masum gençlerin şii yayılmacılığının etkisinde kalmasının en büyük sebeplerinde birisi Amerika’nın dünyayı yönetme ve sömürme içgüdüsü neticesinde Orta doğu ile ilgili planları ve stratejik hataları sonucudur. Bunun sonuçlarının bilinerek veya bilinmeyerek İran’ın lehine tezahür ettirilmesidir. Belki de Amerika nın staratejik bir hatası değil bilinçli olarak yaptığı bir şeydir. Bugün emperyalizmin işgal ve zulüm cemberi, hangi inancın gelişmesine imkan vermekte! Bu plan İslam dünyasının karşısında, yüzde on beşleri temsil eden Şiiliği eşit seviyelere çıkartıp bir birini yemesi ni sağlama projesi olamaz mı? Amerika İslamın lehine düşünebilen masum bir yapı olmadığına göre!. Kafasında ne hinlerin olduğunu kim bilebilir Allah’tan başka. Gelişmelere, sebep ve sonuçlara bakıldığında görünen gerçeklerle yüzleşince ortaya çıkan görüntü Mesela Irakın işgali, mazlum Filistinlilerin sürekli şiddet baskı ve zulümle karşı kaşıya bırakılması, Afganistan’ın işgali ve orada ölen milyonlarca masum çoluk çocuk kadın. Bütün bu zulme karşı Sünni İslam dünyasının organize bir birlikteliği olmaması ve sürece yeterli tepkiyi vermemesi nedeniyle bugün İran sanki islamın yegâne savunucu konumuna getirilmesi kimin eseri?..! Bugün İran mazlum milletlerin gözünde emperyalizme sömürüye karşı dik duran, Müslümanların hakkını savunan bir ülke olarak algılanmasını kim sağladı?,,!.
Bu sürecte diğer islam ülke yönetimlerinin malum hali. Bunların yani krallıkların, saltanat sahiplerinin İslamın geleceği ile ilgili her hangi bir kaygısının olmadığı gibi, din kendi toplumlarında ne kadar bilinmezse onların o kadar rahat ettikleri gerçeği çok düşündürücü değil mi? . Yüzyıllarca emek verilmiş ve toplumun hücrelerine işlemiş cihat ruhunun, bugün batılı emperyalistlerin, küresel kültürün etkisine terk edilmiş olması karşısında kendini bulmaya çalışan samimi insanların birçoğu da gerçeği bulma adına şii propagandacılarının tekeline düşmüşten kurtulamaması şii gerçeği ile mutlu olmaya çalışmaları nasıl saklanabilir?. Çok şükür ki gerçeğin hepsi bu kadar değil. Uşak yönetimlerce üzerine ölü toprağı atılarak uyutulmaya çalışılan toplumlardaki duyarlı insanların çoğu uyanmaya başlamış örgütlenerek yetişkin olduğu alanlarda hizmet üretmeye başlamışlardır. Bu da olayın çok daha farklı hoş yüzüdür. Bunlardan sadece bir cemaat, farklı ülkelerde hırıstiyanlık propagandası altında asimile edilmeye çalışılan milyonlara ulaşabilmekte onların Hıristiyanlaşması önlenmektedir. Yine bir başka cemaat Kuran okumayı unutan bu toplumlara kuran hizmeti götürüp onlara dinini tasavvufi bir yaklaşımla hatırlatmaya çalışmaktadır. Bunlar takdire şayandır. Bu faaliyetler iranın yaptığı gibi Müslümanları Şiileştirmek için bol para harcamak değil, Hıristiyan kültürünün etkisinde kalmış islamdan uzak kalan insanlara islamı yakın etmek gibi ulvi bir değer taşıyan hizmet türünü yürütmektedirler. Yani bu hastalığın ilacı devlette olmasa da şianın tekelinde olmadığını göstermişlerdir.
Şiiler bidatla doldurulmuş inancların gecelerini gündüze katıp yaymaya çalışırken, Şiileri Sünnileştirmek için değil, kendi kardeşlerimizin sapkınlığa gitmesine engellemek adına bir şeyler yapmamız gerekmez mi? Bir Müslüman bu gerçekleri göz ardı edebilir mi?. Bunca kendine güven niye? Bilmeyenlerin aldanması o kadar kolay ki.. Budistler büyük gücün taptıklarının (Tanrıyı) budanın temsil ettiğine inanıyorlar. Zekâlarında da bir sorun yok. Ama aklı kullanma ihtiyacı duymadan propagandanın etkisiyle kendi kültürlerine inanıyorlar. İnanç böyle bir şey. Yani senin inancın ne kadar güçlü olursa olsun daha zayıf durumdaki inanç çalışma ile daha çok taraftar bulabiliyor, daha inandırıcı olabiliyor. Bu tamamen gayrete bağlı bir şey. İnanca güvenerek yatmanın bir faydası yok!.Meseleyi inananların karşıdan nasıl göründüğü, bu inançların hangi kaynaklardan beslendiği, oluşturucuları ve tarihi sürecini inceleyerek neyle karşı karşıya olduğumuzun öğrenilmesi gerektiğine inanıyorum. Bu çalışmada kötülemek, yok etmek, hakikati karalamak, iftira etmek, gibi, şii metotlarını kullanmak olmayacaktır. Batılın ne zaman kimler tarafından başlatıldığı niçin sürdürüldüğü, hangi âlimlerin buna karşı çıktığı olumlu ya da olumsuz gelişmeleri objektif kriterler ölçüsünde sunmaya çalıştığımı söylemem lazım. Zamanla elde ettiğim bütün gelişmeleri ya da fark ettiğim yanlışlıkları anında çalışmama yansıtmaktayım. Şiiliği anlamak için şii inancı dışındaki büyük çoğunluğu oluşturan diğer Müslüman kitlelerin şii perspektifindeki görüntülerinin bilinmesi gerekir. Bununla ilgili bir örnek verilirse;İmamı Humeyni yazdığı kitaplarında: “Süphesiz ki Ebû Bekr ve Ömer kâfirdir. Onları sevenlerde onlar gibi ka firdirler.” (el-Meclisî/Hakku’l-Yakîn, 522; Humeynî/Kesfu’l-Esrâr, 112)Yine Humeyni, el-Humeynî, Tahrîru’l-Vesîle (s: 52, 94) adlı kitabında diyor ki: “Süphesiz imamın övülmüş makamı, sanlı derecesi ve velâ-yetine kainatın bütün zerrelerinin boyun eğdiği kevnî halifeliği vardır.” Yine der ki: “Şüphesiz bizim yani isna aseriye imamlarının Allah ile öyle bir halimiz vardır ki bu ne bir mukarreb melek ne de gönderilmiş bir peygamber için söz konusu değildir.”Yine Iraklı şii dini liderlerinden ve imamlarından Sistanî: “On iki imama iman etmeyen kişi Müslüman mıdır?” seklindeki soruya “O kâfirdir” diye cevap vermiştir. “On iki imamdan birine iman etmeyen kişinin arkasında namaz kılmanın hükmü nedir?” seklindeki soruya: “Caiz değildir” diye cevap vermiştir. Bu fetvalar Sistanî’nin resmi internet sitesinde kendi el yazısı ve imzası ile yayınlanmıştır. Bu sorgulanabilir.Humeyni’nin Keşfü’l Esrarda da “şii” dini demektedir. Eğer onun dediği gibi bu bir mezhep değil de yeni bir din ise, bu din; Müslümanlar arasına ayrılığı ve bölücülüğü sokmak için İslam’a karşı bir tuzak olarak kurulduğu islam âlimlerince teyit edilen bir husustur. Bu din kurulduğu günden bu yana İslam’a ve Müslümanlarla karşı savaş halinde olduğu bir realitedir.. İslam tarihinde vuku bulan olayların tahlilini yapanlara göre Müslümanlar arasında çıkan savaşların meydana gelmesinde en büyük pay Şiilere ait olduğu gibi. İslam ülkelerine göz dikip Müslümanların kanlarını akıtanların yanlarında yer alanlarında yine Şiiler olduğu görülür. İşte Hulâgu’nun vezirlerinden nasıruddin el-tûsî (şia ileri gelenlerinden) Abbasi hilafetini sona erdirmek için hulagü’yü ikna edip, milyonlarca Müslüman kanını ırmaklar gibi akıtmasında ona yardımcı oldular. Bununla da kalmayıp tatarların Müslümanlara karşı başlattıkları savaşta Müslümanların tatarlara indirdikleri nihai darbeye kadar onların yanında yer almaya devam etmişler nesilden nesile hep tatarlarla işbirliği halinde olmuşlardır. Tarih kitaplarında bu konular oldukça geniş olarak anlatılmıştır. Şiilerin islamı yok etmek için yola cıkan Hulâgu ya nasıl yardımcı oldukları. Şianın kanaat önderlerinden ve imamlarından Humeyni nin bu konuda hala kendi tarihlerine destek verdiği anlamak mümkün değildir. Humeyni, bu konuda şöyle der: hulagü ile işbirliği yapıp ona yardımda bulunmak, islam’a ve Müslümanlara gerçek yardımda bulunmak olmuştur. Diyerek bir tarafa böyle bakan Humeyni, diğer taraftan mehdi gelinceye kadar şiilere beklemeyi emreden Yahudilerin uyutma projesini yıkan ilk lider olmuştur. Bu takdire şayan bir husustur. Şiiliğin temel felsefesinden biri olan imamet mevzuunda 12 imamın kayıp olduğu kayıp olan imam gelinceye kadar kimsenin bir şey yapmasına gerek olmadığı, nasıl olsa 12 imam kayıptan çıkacak hem kendi düşmanlarını hem de Müslümanların düşmanlarını yok edecek inancı içinde olan Humeyni öncesi Şiiler yaklaşık 12 asırdan beri islamın yayılmasına en ufak bir katkı sağlayamadılar. Humeyni burada bir oyunun olduğunu anladı ve bugün şii toplumunu bu uyutma projesinden kurtardı. Bu kendi inancı ve ülkesi ile diğer İslam dünyası için son derece iyi bir şeydir. Ne mutlu o topluma ki Humeyni gibi bir lider yetiştirmişler. Yukarıdaki örnekte sahabenin ileri gelenlerini küfürle itham eden Humeyni’nin bazı hutbelerinde mezhepçilik yapmadan ehlisünnet Müslümanları desteklediğini görüyorsunuz! Ayrıca Humeyni nin halkı gulat fikirlerden arındırmaya çalışarak aklı daha ön plana çıkarttığına şahit oluyorsunuz! Kendi toplumunu batılın ve emperyalizmin bataklığından çıkarttığına da dünya şahittir. O zaman Humeyni yi nasıl değerlendirmeliyiz. Humeyni hem dini liderdir hemde devlet yönetmiş bir kimsedir. Konuşmalarını ve yazdıklarını her koşulda toplumun bulunduğu şartlara göre yaptığını düşünmek mümkündür. Humeyni o günkü toplumun inacından farklı görünseydi o topluma lider olamazdı. Zaman zaman dini liderliğini ön planda zaman zaman da devlet başkanlığını ön planda tutmak zorunda kalmıştır. Acaba Humeydi kendi toplumunu asırlardan beri gelen radikalliğin, gullatın etkisinden kurtarıpda meshepciliği kaldırabilirmiydi? Normal şartlarda buda pek mümkün görünmüyor? İranın o günkü şartlarını bütünü bilmeden olayın içinde yaşamadan uzaktan bir insanın davranışlarını yargılamak doğru değildir. Ama şu unutulmamalıdır ki Humeyni bir şiidir. Şiilerin de, ehlisünneti değerlendirmede ortak anlayışları mevcuttur. Bu kendi kaynaklarına yansımıştır. Bu inançlarla beslenen bir toplumu ani bir şekilde değiştirmek öyle kolay bir iş değildir.
Yani Humeyninin islamın merkezine ne kadar yakın olmak istediğini ya da kendisinin ne kadar yakın olduğunu, şartların onu bu kadarla yetindirip yetindirmediğini bilmek mümkün değil. İç dünyasındaki inancının derecesinin ne olduğunu ancak Allah bilir. Ama şu bir gerçektir ki Humeyni katıksız bir şiidir. Ama bir Şah İsmail de değildir. Şiilikle ehlisünnet inancı arasına aşılmaz engellerin konulması ayrıcalıkların artırılması şah döneminde gerçekleştirilmiştir. Humeyninin adımları bazı radikal çıkışlarını saymazsak ayrıştırıcı yönde değil birleştirici olma yönündedir. Bazı kafalar, kişi ya da olayları değerlendirmede toptancı yaklaşım sergiledikleri için bu ayrımı çelişkili bulabileceklerini görüyorum. Bu bakışı sergileyenler diyecek ki; Humeyni ile alakalı hem öyle hem böyle diyorsun! Yani Humeyni ye toptan çok kötü , ya da göklere çıkaracak kadar iyi! Demeliyim. Yok, böyle bir şey. İşte Humeyni de bir insan hem iyilik ve doğruların hem de yanlışlık ve kötülüklerin bir parçası olabilir. Yani onun gibi düşünmeyenler onun zayıf noktalarını bulup belden aşağı vurması ile haklı olduğu konuların ardına saklanıp hataları göz ardı edilmesinin doğru bir tarafı bulunamaz. Önemli olan bunları ayrıt edebilmek bunun sebeplerini anlayabilmek
Peygamberimiz, Bizanslılar ile Ateşperest İran arasında çıkan şavaştı Bizanslıların zaferine sevinmiş yenilgisine üzülmüşken, bizim bugünkü İranlıların kötülüğünü istememiz asla söz konusu olamaz. Ama burada inçe bir çizgi var. Onları destekliyor olmamız onların muzaffer olmasını istememiz onların inançlarını da paylaşıyoruz anlamında değildir. Çünkü Şii inancı ile ehlisünnet inancı bire bir aynı değildir. Bazı konularda farklılıklar ayrı bir din gibi algılanıyor olsa da ayrı bir din değildir. Bunun çok iyi ayırt edilmesi için Şiilere düşmanlık etmeden şii gözlüğü ile değil de şii kaynaklarından Şiiliği iyi tanımamız gerekiyor. Bu çalışmanın ana konusu budur.
Bütün bu sürecin tahlilinde şu da görülmektedir ki;Siyasi bir sempatinin etkisiyle bilmediği bir karanlığın içine düşen öğreneyim derken anlamadığının esiri olan, hissiyatın galebesiyle aklın körleştirildiğin farkında olmayan kişilerin sayısı hiçte küçümsenecek gibi değil.Alt kültür düzeyindeki bazı insanlar, bir inancın etkileşim sürecine girdiği dönemlerinde kendi öğretilerinin üzerinde başka bir şey görememekte öğrendikleri kendi doğrularının en radikal savunucu, bu düşünce tarzının dışında olan her şeyi reddetme temayülü ise onların zırhı haline dönüşmektedir. Kendi kendilerini bir aslan görür iken, karşı taraftaki görünümlerinin, öğrenmeye çalışan fakat öğrenemeyen bir cahil, bunların farkında olamayan bir zavallı Profülü çizdiklerinin farkında bile olamıyorlar. Bu gözlemlerin ışığında önce humeyniye siyasi bir sempati ile yaklaşan sonradan Şiileşen çok yakın tanıdığım bir arkadaşım bir sohbet esnasında, M. Asım Köksal ın İslam Tarihi kitabını okuduğunu, “Ebu Bekir ve Ömer hayatlarında bir tane kâfir öldürmemişler bütün savaşlardan kaçmışlar” ifadesiyle iki cümle hiç anlayamadığı kitabı özetleyiverdi. Herkesin takdirini kazanmış, her bir bilgiyi onlarca delile dayandıran tamamen belgesel niteliği olan ciltler dolusu kitaptan anladığı ve çıkardığı sonuç buydu. Kendini okuyan birisi olarak lanseden bu kişinin ifadesi meseleye bu tür inançların etkisinden kalmış kişilerin konulara bakış acısını ortaya koymaktadır. Her hafta sonu kendilerine mahsus Ankara’da bulanan vakıflarında dinlediklerini bizimle paylaşan bu arkadaşın söyledikleri insan beyninde infial yaratacak şeyler. Kendi aralarında konuştukları birçok şeyin kaynaklarında olmasa bile gelişmelere göre ellerine iki üç sayfadan oluşturulan notlarla beyin yıkadıklarını bu tür yakın dostluklar neticesinde anlamak mümkün oluyor. Her hafta bir sahabe ile ilgili son derece çirkin bir iddia, bunlar neler mi dersiniz? Kuranı Kerimin kıyamete kadar Allahın vaadi ile değil de Hz Ali sayesinde hükmünü kaybetmeyeceği, Hz Ebu Bekir için, Peygamberimizin mağara arkadaşı olmasından sebebi, hicret esnasında putperestlere ispiyonlamasından endişe edildiği için kerhen cağrılan, korkak aslında zenginliği olmayan sıradan birisi. Hz Ömer’in oğlan hastalığına müptelalığı, korkaklığı, adaletli olmadığı, Hz Fatımayı öldürdüğü, hadislerin yazımına engel olduğu, Hz Ayşe nin Hz peygamberimizin hanımı olmasının ötesinde hiçbir değerinin olmadığı, yine onunla ilgili hiçbir müminin diline alıp konuşamayacağı yalan ve iftiraları, bunların yanında Hz Talha nın bir sürü yanlışları ve zekâtını doğru dürüst vermemesi, Peygamberimizin vefatından sonra da Hz Ayşe ile evlenmek istemesi, “ O bizim hanımlarımızla evlenmek isterken iyi idi de, biz de onun hanımı ile neden evlenmeyelim “ dediği yalanı, Hz Osman vs özellikle cennetle müjdelenenler, siyaseten Hz Ali ile ortak hareket etmeyenler ve ileri gelen bütün sahabelerin aleyhine akla hayale gelmeyecek şekilde uydurulan yalan iftira ve aşağılayıcı söylemlerini bire bir sohbetlerinde anlatarak katılımcıların sahabeden uzaklaşmasını sağlamaktadırlar. Dolayısıyla da bu güzel insanlar tarafından rivayet edilen bütün islamı gerçeklerin üzerini bu yöntemle kapadıklarını, en azından kapamak için ellerinden gelen bütün hünerlerini gösterdiklerini görmek mümkündür. Bu yaklaşımları ile tertemiz inanç sahiplerini ne hale getirdiklerini görüp de Allah ıslah etsin demekten başka söylenecek bir söz var mı? Bilemiyorum!. Bugün Hz Ali hayata dönse de, geçmişte söylediklerini bunların yüzüne tekrar etse, “ ben ve evlatlarım şii düşüncesinden beridir” dese Hz Ali yi bile çok rahat küfürle itham edecek radikallik ve sapkınlık içine girmiş bir hayli inanç sahiplerini görmek mümkün. Çünkü onlar için gerçek, Hz Ali nin kendisi değil, şii felsefesinin içinde konuşlandırılan Ali ve çocukları önemli. Sözün kısası bu tip radikalliğe saplananlar sünnete bağlı islam kaynaklarını bir şey öğrenmek adına değil, acaba nerde bir tereddüt bulurumda istismar eder onu kullanırım, elimde delil olur mantığı ve yaklaşımıyla meseleye bakıyorlar. Bu tip yaklaşımlarda bilmediğini öğrenme, aklı kullanma, mantığa uygunluk arama gibi nezih bir davranış bulunabilir mi? Bunlar mollalara kiraya verdikleri beyinlerinin bir merkezden dolumunu sağladıktan sonra, basit bir mekanizma ile acılan radyonun konuşması gibi aldıklarını anlayabildiklerini molla gerçeğini yayın ederler, o kadar. Bunun dışında en ufak bir yorumlama araştırma düşüncesi, muhakeme, mukayese her hangi bir vizyon görmeye kalkışmak hayali olur. İlk bakışta bu sözler tamamen gercek dışı görülebilir. Olur, mu böyle bir şey denebilir. Bu da tabi ki çok doğru bir yaklaşım. Ancak yıllardır tanıdığım mesai arkadaşlarım var. Bunlar her cumartesi Ankara da Irak Şiileriyle bağlantılı bir vakfa gidiyorlar. (Adres vermek yakışıksız olur) Şiiliğin inanç akidelerini yıllar önce ilk defa onlara anlattığım zaman böyle bir inanç olur mu? Bunlar tamamen iftira ya da sen anlamamışsındır diye bana itiraz ediyorlardı. Bir hafta, on beş gün sonra aynı konuyu daha ileri safhada oradan dinledikleri zaman benim daha önce söylediğim şeylerin ötesinde duydukları şeyi kayıtsız şartsız kabul edip onun bir numaralı savunucu oluyorlar. Kendi seciciliğini kendi aklını kendi muhakemesini hiç kullanmayan eğitimli bir insanın nasıl böyle olabileceğinin canlı örnekleri çok yakınımda. “Bizim gittiğimiz yer ehlibeyt mektebi”diyor “oradan gelen bilgi süzülmüş bal gibidir. Orada zararlı bir şey olmaz” sözleriyle oraya kayıtsız şartsız biat ettiklerini ifade ediyorlar. Madem bu mekteplerde hep doğrular söyleniyor da söylenen şeylerin kişiye göre değiştiğini görmezden gelip doğrunun tek olduğunu bilmiyorlar mı? Bilseler de burada hikmet görüyorlar. Bunlar benim canlı örneklerim. Ehlibeyt mektebi adı altında birbirinden ayrı onlarca şii vakıfları var her birisi diğerinin inancını tekfirlikle suçlayabiliyor? Adama demezler mi ki hangi ehlibeyt mektebi? Bu yaklaşımlarda inanç olarak Şiiliği, tutum ve davranış olarak hariciliği bariz bir şekilde görebiliyorsunuz! Tamamen meshebi inanca teslim olmuşlar. Allaha teslim olmayı mollalara teslim olarak algılamakta kiraya verilmiş beyinleriyle diğer Müslümanların kafalarını bulandırmaya çalışmaktadırlar. Dolayısıyla bunlardan alınacak yâda bunlarla sağlıklı bir ortamda tartışılacak bir şey bulmak ne derece mümkün! Takiyyenin süslenerek yalana dönüştürüldüğü bundan sevap umulduğu, her an bir doğruya bir yalanın giydirildiği o kadar olağan olmuş ki!
Şiileri bu kadar radikal yapan inanç sisteminin özellikleri nelerdir?Bunun adını en başta koymak gerekir ki; Ehlibeyt sevgisi. Başlangıçta masum ve güzel bir sempati ile başlayıp sonraları altı farklı anlamlarla doldurulan bu sevgi Şiacıların en büyük sermayesi olmuştur. İkinci sermayesi ise; sonradan icat ettikleri takiyye inancı. Eğer takiyye inancı olmasaydı Şiacıların ne sabit bir mezhepleri, ne devam eden bir itikatleri ve ne de kabul edilir bir sözleri olurdu. Bu başlangıcın arka yüzü yüzyıllardan beri doldurulduğundan her gün şii inancının içine yeni bir şey girdiğini görebilirsiniz. Tıpkı Şah İsmail dönemine kadar ilk üç halifeye küfür edilmez iken, ondan sonra bahsi gecen yüce insanlara hakaretin en kötüsünün yapıldığı gibi. Masum bir ehli beyt sevgisini, mazlumiyeti, haksızlığa başkaldırıyı Şiacılar öylesine işlemişler ki, ulaşabildikleri toplumlara bu onurlu duruş kullanarak uydurdukları inançlar etrafında kenetlemenin yol ve yöntemini bulmuşlardır. Eğer bu sevgiyi tabulaştırmamış olsalar en takdir edilecekleri yönleri budur denilebilirdi. Ancak, bu sevgi onlarda ifrat derecesine cıkmış bir bidat haline dönüşmüştür. Zaten onlar şii ideolojisini ehlibeyt sevgisi ve Hz Hüseyin in şahadetini kullanarak nesilden nesile taşımışlardır. Yoksa burada tarihin, acının dışında inanç adına taşıyacak herhangi bir şey bulmak mümkün değildir. Her hakikatin yozlaştırıldığını amacından saptırıldığını gibi bununda mecrasından çıkartıldığı apaçık ortadadır.Geçmişte ıslama hizmeti dokunan insanlara düşmanlık etmenin hangi inanca hizmeti olabilir. Bu bölünmüşlüğü derinleştirmeden ziyade neye yarar. Kaldı ki, İslam dünyası şu an ciddi tehditlerle karşı karşıya bulunduğu bir ortamda ortak paydaları ön plana çıkarmak, ihtilafları daha ötelere itelemek veya gündemin merkezinden uzaklaştırmak gerekmez mi?. İslâm’ın yeryüzündeki hedefi; Seyyid Kutup’un Fizilal’de, “insanlık, üzerine şahit olmak, insanlığa her şeyin doğrusunu yaymak ve yeryüzünde adaletin egemen olmasını, insanların yeryüzünde insan gibi hayat sürmelerini sağlamaktır” dediği gibi… Bizler bu amacı gerçekleştirmesi gereken bir ümmet iken birbirimize düşmenin ya da Sünnileri Şiileştirmeye çalışarak tefrikayı körüklemenin islamı yücelere taşımış insanlara iftira atarak hassasiyeti olan insanları vahdetten uzaklaştırmanın kime ne faydasının olduğu düşünülmez mi? Bugün, değiştirme noktasında hiçbir şey yapamayacağımız tamamen tarih konusu olan bir hususu, tefrikayı artırmak adına olmasa bile sürekli gündeme taşımak birilerinin bunun yanında başka birilerini de bunun karşısında varsayarak tahrik unsuru olarak kullanmak kimin ekmeğine yağ sürmek olur?
Bugün dünyamızda Hz. Ali’yi methedenler Şiilikle, onun icraatlarıyla ilgili tenkidi mahiyette fikir beyan edenler ise Ehl-i Beyt düşmanı veya Emevîci olmakla suçlanmaktadır. Bu tarihte de günümüzde de böyledir. Bazen de bu konularla ilgili görüş beyan edenlerin ashaba saygısızlık ettiği şeklinde yorumlandığı sık sık görülmektedir.
Oysa bölünmüşlüğü meydana getiren o dönem hadiselerinin ve hadiselere doğrudan veya dolaylı müdahil olan şahısların rollerinin hissî bakış açısı yerine aklî plânda ortaya konulup değerlendirilmesi gerekmektedir.. Ayrıcalığın sebeplerinden sayılan ve zalimce şehit edilen Hz. Hüseyin’e ağlamak, ya da Yezid’i/Ubeydullah b. Ziyad’i tekfir etmek şeklindeki ifrat ve tefritten kurtarmak, olayları olduğu gibi anlamaya çalışmak, nihayetinde daha soğukkanlı yorum ve değerlendirmelerde bulunmak gerekir. Zira tarih ağlamak veya tahkir/tekfir etmek, teselli bulmak veya psikolojik tatmin sağlamak amacıyla okunmaz, okunmamalıdır; tarih ancak anlamak için okunursa o zaman yol gösterici olur.
Haricilik dışındaki görüşlerin hiç birinde ehlibeyt düşmanlığı yapılmamaktadır. Harici geleneğini fiili olarak sürdürenler olsa da inanç noktasında onlarında nesli tükenmiştir. Bugün Şiilerin kendileri dışında gördükleri inanç sahiplerinin tefsir kaynaklarına indiğiniz zaman birçok Şii düşünceyle çok farklı olmayan yorumları bulmamız mümkündür. Ehl-i Beyt meselesinde de Şia’nın anladığı tarzda da Ehl-i Beyt meselesini anlayan müfessirler olduğu gibi, farklı anlayanlar da var. Bu tarihi bir konudur. Böyle olması da gayet doğaldır. Bunu ayrılık meselesi olarak görmek ne kadar yanlıştır. Nitekim Ehl-i Beyti ifade eden Hz. Peygamber’in ailesinin tamamı bugün Allah ın rahmetindedirler. Ehlibeyt anlayışını İster Şia’nın dediği gibi Ali’nin Fatıma’nın soyundan gelenlere tahsis edilsin, ister Hz. Peygamber’in o zamanki eşleri ve ailelerinin hepsi katılsa bugün ne fark eder? Yani onların tamamının temiz kılınmak istenmesi bizim sermayemize zarar mı getirir? Esas olan İslam’a kimin hizmet ettiği değil midir?
Ehlibeytin temizlenmek istemesi onların hiç hata yapmayacağı anlamına gelmemektedir. Zaten ehlibeyt sahabedendir. Ayrıca ehlibeyt olma özellikleri de vardır. Ancak, sahabe ve ehlibeyt hata yapabilirler. Ehlisünnet inancında her olumsuzluğu onlara bağlayıp küfür ve düşmanlık etmemek şartı ile onlara eleştirilemez gibi kutsaliyet tanınmamıştır. Farklı anlayışlardaki sorumluluk herkesin kendini bağlar. Ancak eleştiri noktası hassasiyetleri yok edecek derecede olmamalıdır. Mesela hariciler Hz Ali yi tekfir ettiler diye ehlisünnet doğru söylüyorsunuz diye onların peşinden mi koştu? Hayır. Nedeni onlar cahil ve şekilciydi. İlk üç halifenin icraatlarından bazılarını beğenmeyebilir sonuçlarına bakarak eleştirebilirsiniz. Farklı yapsaydı daha iyi sonuç alabileceğini düşünebilirsiniz. Ancak Hz Osman için, bütün akrabalarını vali yaptı. Devlete değil etrafına çıkar sağladı diye ele avuca sığmaz iftiralarla Hz Peygamberin iki defa damadı olmuş bir zata, eleştiri dozunu bitirip çok ağır ithamlarla saldırıya geçerseniz, elbette o mazlumun hakkını savunacak birileri çıkacaktır. Buna karşın hakkında itham olmayan fakat konuşulmasın da hiçbir fayda görülmeyen başka eleştirileri gündeme taşıyacaktır. Hakiki tarihe bakılarak Hz Ali ile Hz Osman mukayese edilecektir. Kim daha çok akrabalarını vali yaptı. Öldükten sonra kim daha çok geriye miras ve köle bıraktı! Kaç tane evlilik yaptı gibi hususların karşılaştırılması birilerini ister istemez üzecektir. Çünkü bazı kimselerin masum sıfatı yakıştırdıkları İslam büyüklerinin farklı yönlerini öğrenme lüksü yoktur. Ama hakiki sünnet ehlinin böyle bir kompleksi yok. Nedeni hep mütedeyyin davranmış orta yolu tercih etmiş ifrat ve tefritten bu tür şeyler yüzünden kaçınmış, geçmişi hayırla yad etmişlerdir. Yine Muaviye’nin İslam’da şura prensibini göz ardı edip halifeliği saltanata çevirmesini de görmezden gelmeyip eleştirmişler, bu süreçteki yanlışları kamufle etmemiş, veya bir hikmet vardır mantığı ile bir değer izafe etmemişlerdir. Böyle bir yaklaşım yerine haklı eleştiriyi tarihten ders almak adına yapmak dururken, ona kâfir demek İslam ahlakına ne derece uygundur. Biz onun Allah ı inkâr ettiğini gördük mü?... Hayır…. Bunu konuşmamızın bize bir faydası, konuşmazsak bir zararı var mı?... Hayır… Pekiyi bunu konuşmak iyi bir şeyimi- kötü bir şey midir?.... İyi olması muhtemel bile değil… O halde bunu çiğnemenin ne faydası var? Sadece koca bir hiç…. Pekiyi ümmet içindeki ayrıştırmayı sağlayan fikir sahiplerini tanıyor muyuz?.. Hayır… Onların doğru söylediğini biliyor muyuz? O da hayır. Hangi niyet ile söylediklerini de bilmiyoruz? Bu kadar bilmediğimiz meçhulün söylemlerinden nasıl doğrular olabilir ki?
Sürecin böyle gelişmesini sağlayan meselenin bir başka boyutu sütten çıkmış ak kaşık diyemeyeceğimiz ümmetin çoğunluğu temsil eden bir İslam dünyası var önümüzde. Elbette onlardan da hatalar zuhur etti ki, bu bölünme oldu. Konuyla ilgili araştırmalar bunu ortaya koyuyor. Yani ümmet olarak hiç kimse masum değil. Kiminin inanç noktasında saplantıları var kiminin uygulama noktasında.
Sünnet ehlinin yani ehlisünnetin, ehli ehlibeyt sevgisi ve bundan daha önemlisi olan Allah ın “Seni yaratmasaydım âlemleri yaratmazdım “dediği Resûlallahı sevme ve sevdirme adına ürettiği eser ya da toplumdaki etkileşimin etkisinin ne olduğu konusunda eldeki verilere bakıldığında; Şiilerin ürettikleri destanlara, taraftarlarını etkileme gücüne, diğer İslami kesimlerden insanların sempatizanlığını kazanma faaliyetlerinin yanında İnsanın utanası geliyor. Bu anlamda inancalarına güvenip yatanlar acısından ortada büyük bir boşluk olduğunu görmek mümkündür. Tabi ki bu boşluk bıraktırılırsa birileri gelir yanlışlarla doldurmaya kalkar. Bir de itikadım inancım sağlam düşüncesinden yola çıkarak, inancı ile yaşamı arasına mesafe koyanları, inandığı gibi yaşamayı unutarak, yavaş yavaş yaşadığı gibi inanmaya ve gittikçe zillete doğru yol almaya başlayan bir dünyayı görmezden gelebilirliyiz. Bizler bu felsefenin neresindeyiz?. Eğer inancın için bir şey yapmazsan inanç senin için asla bir şey yapmaz. Sen onu terk edersen, o da seni terk eder kendini yaşatacak daha ehil eller bulur. Şia bunca eleştiri alan itikadına rağmen bugün kendini inandığı islamı temsil etmeye adamış görünüyor. Sonuçta bu inanç sınırlarını kendileri çizmediler. Bugün yaptıkları sadece geçmişte bırakılan boşlukların doldurulması. Keşke bu boşlukları doldururken meshebi inançlarını pekiştirme adına değil de bazı şia âlimlerinin yapmaya çalıştıkları ancak tabulaşmış fikirlere dokundukları için büyük dirençle karşılaşan Allame Muhammed Hüseyin Fadlullah, Ali Şeraiti, Seyyid Murtaza Askeri, Ahmed el- Kâtip adlı kişiler gibi tevhit inancında hakikate ulaşma ve birleştirme adına yapsalardı.
Şii itikadını oluşturan hususlar ile bu itikadı oluşturdukları bilgi kirliliğinden oluşan tarihi hikâyelerin hangi yalancılardan geldiğini, bunlardan sağlanan çıkarların ne olduğunu, itikatlarına delil oluşturdukları ayetlerin hakiki anlamlarını, uydurulan hadislerini kısaca islamın reddettiği hususları elimden geldiğince her iki tarafın kaynaklarından toparlamaya çalışacağım.. Son yıllarda yapılan bir araştırmada göstermektedir ki, İran yayınevleri Türkçeden Farsçaya çevirdikleri kitap bir elin parmağı kadar bile yok. Bu kitaplarında ilmi bir yanı olmayan güncel olaylardan meydana gelmekte. Oysa İran da yayınlanan bütün klasiklerinden tutun da kitapevlerine gelen hemen hemen her kitap Türkçeye çevrilmektedir. Türkiye deki bilim adamları din adına yaptıkları çalışmalarında bağnazlığa düşmeden bunlardan faydalanıp dip notlarla göstermekteler. Yani bizim toplumumuz yavaş yavaş meseleye daha bir farklı yaklaşımla Müslümanları kendi kişiliklerinden ayırmadan birleştirme çabası içindeler. Bu benim gerçeğim.
Sonuçta bugün şia toplumu da hem devlet olarak hem de toplum olarak onurluca inançlarının arkasındalar. İslam âleminin gerçeği de bu! Pekiyi bu inanç dünyasına sadece eleştirel gözle bakanların hali ne?!.
İSLAM DÜNYASI Şİİ GÖRÜŞLERİNİN VE PROPAGANDACILIĞININ KARŞISINDA SON DERECE SAVUNMASIZDIR NEDEN Mİ?
İslam dünyası şii görüşlerin ve propagandacılığının karşısında son derece savunmasızdır. Bunun birden çok sebepleri vardır. Bunlardan en önemlisi, islamın ilk yıllarında meydana gelen fitne olaylarına bire bir yakinen şahit olmadan dilden dile anlatılan şeylerin hakikatinin tam anlaşılamayabileceği yaklaşımı ile; bunu konuşmanın günah, gıybet, geleceğe bir faydası olmayacağı düşüncesinden yola çıkılarak bu olayların öğrenilmemesidir. Bundan başka, İslam âlimlerinin “Onlar kılıçlarını kana buladılar sizler aynı olayı konuşarak dillerinizi kana bulamayan” tavsiyesi dikkate alınmış olduğundan ümmetin çoğunluğu bu konuyu derinlemesine öğrenme ve üzerinde yorum yapma ihtiyacı duymamışlardır. İnanç noktalarının bütününü Hz Peygambere dayandıran Ümmetin çoğunluğu bu süreci, tarihteki siyasi olaylar ve kavmiyetçi yaklaşımlar olarak değerlendirdiğinden yukarıdaki tavsiyeye uyarak meseleyi ve bu acı olayları ajite eden uydurulan hikayeleri öğrenme ihtiyaç bile duymamışlardır. Oysa “Şia bu konuya çok önem vermiş diğer fırkaların hiç birisinin yapamadığını başarmış, Şiilik teşekkül ettirildikten sonra, erken döneme geri dönerek, Şii anlayışa uygun sun'i bir tarih oluşturmuştur• Bu gerçeği, Şii bakış açısından kaleme alınan bütün eserlerde görmek mümkündür. Oyle ki, özellikle Emeviler devrinde, neredeyse Haşimi muhalefet cephesinde tezahür eden oluşumların büyük bir kısmı sanki Şiilikmiş gibi gösterilmiştir. İşin en ilginç yönü, geçmişteki olaylarla Şiiliği irtibatlandırabilmek için uydurulan rivayetlerin, büyük bir kısmı, Şii olmayan tarihçiler tarafından da hiç tereddüt duyulmaksızın benimsenmiş', kitaplarda yer almıştır. Ehli sünnet dünyasında Hadis rivayetler,inde özellikle senetler konusunda gösterilen hassasiyetin bir kısmı tarihi 'rivayetlerle ilgili olarak gösterilebilseydi; bugün Müslümanların kafasında Islam tarihi ile ilgili olarak var olan kaos mevcut olmazdı. Açıkça ifade etmek gerekirse, mevcut tarih. kitıp1arına dayanarak, birbiriyle taban tabarla zıt tarih kitapları kaleme almak mümkündür Çünkü o. zamanki tarih anlayışı çerçevesinde, müverrihlerin pek çoğu, bulabildiği malzemeyi olduğu gibi kitaplarına almayı tercih etmişlerdir.
Ancak, Taberi gibi bir müellifinbile, Hz. Osman dönemi ile ilgili olarak,
pek çok rivayeti "haya ettiği için kitabına almadığını" düşünecek olursak,
erken dönem İslam tarihinin doğru yazılıp yazılmaması probleminin boyutlarını
biraz tahmin edebiliriz.
Bütün bunlar,Şia'nın doğuşu hakkında, "fikif-hadise irtibatı" ilkesi
gözardı edilerek, kaynaklardaki malumat doğrultusunda ileri sürülen görüşlerin,
Şiilerin inanç temellerini oluşturan bu acı olayları öğrenme ihtiyacı fıkhi bilgilerin önünde geçtiğini görmekteyiz. ” (Hasan Onat)
Kurgulayıcılar tarafında üretilen tarih, hadis, hikâye ve çeşitli destanlarda geçen olayların hakikati ile uyuşmayan argümanlarını baştan beri kullanan şiacılar yüz yıllarca bunlarla halkın beynini yıkamışlardır.
Kendilerini Hz Ali nin yanına koyarak Şiilikle ayrışma noktalarının ne olduğunu bile bilmeyen Müslümanların yezitle özdeşleştirilmesi onlarda infial yaratmış bu saldırıya karşı ne diyeceklerini şaşırmışlardır. Tarih boyunca bir an bile yezit lafını duymak istemeyen bir toplumun böylesi acımasızca bir saldırı Karsçısındaki durumu elbette onları çok savunmasız bırakmıştır. Bu insanlar ehlibeyte yapılan insanlık ve islam dışı haksızlığın dini bir savaş değil saltanatı sürdürme ve tarihi bir hesaplaşma adına yapıldığını sahabenin ve tabiinin güvenilir sözlerinden biliyorlardı. Hz. Hüseyin'in şehadetine en büyük tepkinin yine Medine den geldiği bu tepkinin bir benzerinin kendilerinde olduğunun bilincindeydiler. Hayatı boyuca ehlibeytin yanında olan tabiinden olan büyük ilim sahibi ve tefsirci Fahrettin Razi’ nin eserleri bu görüşleri teyit etmekteydi. Bütün bunlarla birlikte mezhep imamlarının yani bir Ebu Hanife nin bir Şafi nin hayatlarına baktıklarında onların da yönetime çok mesafeli durduğunu görüyorlar, bunlarda emevi sempatisi bulunmadığı gibi, emevilerce de en çetin cezalarla cezalandırıldığını şahit oluyorlardı. İmamı şafinin Ehlibeyti sevmek rafizilik ise ben rafiziyim dediği, İmamı Azamın İmamı Cafer ve İmamı Zeydin çok yakınında olduğu, ilim öğrendiği hocalarının Hz Ali ekolünden geldiğini, Emevilerce kendisine verilmek istenen hiçbir görevi kabul etmediği, onların yanlışlarına karşı çıkmasından dolayı hapishanede zehirlenerek öldürüldüğünü diğer imamların da bunlardan farklı bir anlayışta olmadığını bilen bu ümmet bu denli çirkin suçlama karşısında şaşırmakta elbet de çok haklıydılar. Sünni kesim bu kadar gerçeği hafızasında barındırmasına rağmen tarihi hakikatlerin gelecek nesillere taşınmasında bu kadar bilinçli davranmadılar. Sonra da Şiacılar tarafından yezidin avenesi suçlamasıyla suçlandılar ve kendilerini savunmasız hissettiler.
Hakikat tacına giyip kendilerine göre ötekileştirdikleri ümmetin çoğunluğunun inancına, emevi saraylarında uydurulan din yaftasını yapıştırmaları ise, bu zihniyetin hepten, şikeci, iftiracı ve provakatif olduğunu göstermektedir.
Bundan başka, Sünnet ehli inançta radikalliği değil orta yolu benimsemesinden dolayı başkalarının inancına sövmeyi asla uygun bulmaz. Aşırılığa heyecana izin vermez. Takiyye kılıfına sokulmuş yalanı kullanamaz.. Kesin olarak bilinmeyen bir konuda zannı yasaklar. Zanna göre hareket edemez. Tarih, dini anlamada başvuru kaynağı olmadığı gibi dini vesika da saymaz. İnanan insanları hata yapsa da kâfirlikle yaftalanmaz. Hıristiyanların Hz Muhammet için sarf ettiği aşağılayıcı dili, Hz İsa için kullanılamayacağı gibi, Şiilerin Sahabe ile ilgili söylediği ağır hakaret ve tekfirlerine cevaben, ne Hz Ali ye nede Ehlibeyte herhangi bir saygısızlık yapamaz. Dolayısıyla orta yol aşırılığın kapalı olduğu bir zemindir. Ona yapılan saldırılara karşın aynı sertlikte ve aynı çapta saldırıda bulunamaz. Haram ve helallere dikkat noktasından sonra, helal olan şeylerin bile yeterlisine dikkat etme gibi zorunlulukları vardır. Nefsin istek ve arzularını tatmin için zorlama hükümlere itibar edilmez. Edep, saygı, zariflik, gibi insanın iç dünyasında olumluluk yaratıcı şeylere önem, olumsuzluk yaratacak duygu ve düşüncelere karşı dikkat vardır. Oysa uç noktalarla beslenen inançlar, toplumun hislerini kullanıp galeyana getirerek batılı din diye verme ortamında radikalliğin uç noktalara taşındığı bir yapıdır. Bu yapılarda haklılığını ispatlamanın önünde hiç engel yoktur. Yani her yol dört yol gibidir!...İnsanın yapısında bu tür şeylere meyil daha fazladır. Akıldan ziyade heyecana daha ön plandadır.. Özellikle gençlik ve cahil toplumların meyli bu yöndedir. Dolayısıyla Şiiler devamlı bulundukları her zeminde ehlibeytin mazlumiyetini kullanır gözyaşları içinde vermek istediği her düşünceyi bu ortamda verir. Nefsin isteklerine kolayca fetva bulmak mümkündür. Sıkıştığında yalana kolaylık var. Zinadan kurtulmak için muta gibi bir seçenek önlerinde.. Zaten ibadetlerde istediğin kolaylığı yapabilmekteler! Namazı belirlenmiş vakitlerde kılmak bir zorunluluk değil beş vakti üç vakte sığdırırısın. Dindar olman için zorluk yok. Birde Ehlibeyti kendi anlayışlarındaki gibi seviyorsan zaten kurtuldun.!
Dolayısıyla duygusallığı kullanan propagandacıların karşısında, İslami yeterince bilmeyenlerin savunmasız bir hali vardır. Buna çok dikkat etmek gerek!Şii felsefesi incelendiğinde İslam âleminin top yekun Şiileştirilmesi Şiiler üzerinde farz bir görev olduğu anlaşılmaktadır. Bu farz görevi yerine getirmede de en büyük engel ehlisünnet dünyasıdır.
Hedeflerine ulaşmada bu engelin bir şekilde kaldırılması ya da zayıflatılması gerekir. Kendileri kaldıramıyorlarsa kaldıranlara yardım etmek de bir zarar yok. Bunun için başka kâfirler desteklenebilir. İşte tarihteki hulagü örneği bunun canlı örneğidir.(bir milyon civarındaki Müslümanların katledilmesi olayı)
Yahudi dönmeleri ve yalancılığı ile tanınan şii tarihçilerinin, aynı konuda yazdıkları metinlerinde bir birini tutmadığı görülmektedir. Bu sebeple kendi aralarında da ayrışmaların yaşandığı gruplar ilmi konularda izah edemedikleri noktalarda tarihi referans gösterirler. Bunu saldırı amacıyla da yaparlar.
Bunlar imamet, takiyye, muta, gibi birçok hususta İslam toplumlarının paylaşmadığı inançları iman sınırları içinde tutarlar ve bunları kabul etmeyenleri tekfir ederler. Kuranda imamlara iman etme, ya da inanılması ve iman edilmesi gereken imamet mevzuu var mı ki, inanmayan kâfir olsun?..!.
Kuran ayetlerinin nerdeyse üçte ikisini imamet mevzu ve ehlibeyt ile açıklamaya çalışırlar. Yani Kuranda nerdeyse peygamber yoktur. Kuran Hz Ali ve onların anladığı sınırdaki ehlibeyte gelmiştir.! Her inançlarına Kurandan delil getirirler. Oysa kuran ayetlerin anlamına nuzül sebeplerine baktığınızda hiçbir bağ bulamazsınız. Ama onlar kendi taraftarına bunu inandırırlar inanmayanlara da şaşarlar. Kısmetsiz olarak görürler. Sizi iman dairesine çekmeye çalışırlar. Bu konudaki anlattıklarım hususların çoğu sadece araştırmadan kaynaklanan bilgiler değildir. Benim etrafında onlarca canlı örnekleri var. Bunların çoğu şahit olduğum hususlardır.Hatta bunlardan bir kısmı inandıkları şeyin delilini tevil ile de Kurandan getiremezlerse, o konu ile alakalı Kuranda bir sorun olduğunu kendi içlerine dönerek bir birleriyle paylaşırlar. İşi ilgili konudaki ayetin Kurandan çıkartılmış olabileceğini varsayımına kadar götürebilirler!. Yani şunu akletmek istemezler “ bizim bunca iddialarımız inançlarımızın delili kuranda ve sahih hadiste yok. Bu konuda sahabeden, kurandan, hadisten şüphe edeceğimize bu inançlarımızdan şüphe duysak olmaz mı?” düşüncesini düşünmezler ya da düşünmek işlerine gelmez. Niye? çünkü o inançlarının arkasında aşitasyonla dolu Tarih vardır! Ağıt vardır. Toplumda yaşanması geleneksel hale getirilmiş bazı ritüeller vardır. Bundan vazgeçmeye kalkmada mahalle baskısına muhatap olmak vardır, etraftan küfürle itham edilme vardır. Toplumdan dışlanma vardır. Daha kim bilir neler vardır!.
Burada esas olan sorun; sonradan kutsallaştırılmış kutsallığı itikadın içine sokmak için ayetleri saptırarak Kuran’a çeşitli tevillerin ve yorumların getirilmesi!. Bununla da çözemedikleri sorunlara karşın da uydurulan binlerce hadisler ile durumun kurtarılmaya çalışılmasıdır. Meselenin iyi anlaşılması için bir örnek vermek gerekirse, Şiilerin çoğunluğu elimizdeki Kuran’ın değişmediğine inanırlar. Ancak, en güvenilir hadis kitaplarında bu anlayışın tam tersine onlarca hadis mevcuttur. Kuleyni nin El Kafi si ehli sünnet nezdinde Buhari ne ise şia nezdinde odur; yani en sahih hadis kitabı olarak görülmektedir. Bu kitapta Kur'an'ın tahrif edildiğini iddia eden sayısız rivayet yer almaktadır. Ayrıca Şia'nın yakın tarihteki en meşhur âlimlerinden Tabersi Kuranın hâşâ tahrif edildiğini ispat etmek amacıyla müstakil bir kitap kaleme almış ve Geçmişteki şia imamlarının Kuranın tahrif edildiğini iddia eden çeşitli sözlerini bu kitapta derlemiştir. Üstelik bu hadislerin her birisi de üzerinde şüpheye düşülmesin diye imamlara söylettirilmiştir. Bunu ilim noktasında araştırma yapmayan Şiiler bilmemekte en azından böyle bir hadisin olmadığını idda ederek hemen karşı savunmaya geçmekteler. Bu kitaplarda İtikat noktasında da, islamla tezada düşen yine yüzlerce hadis uydurulmuş. Bugünkü aydın şii âlimlerinin çoğu, bunun ayıklanması gerektiğine inanıp farklı kanallardan ifade ediyorlar. Bu iyi niyetli âlimler şunu neden düşünmezler? Ya da düşünürlerde ifade etmezler.
Ümmet içersinde ayrışmayı sağlayan mevzularında aynı kişilerce imamlara söylettirilmiş bir yalan olduğu neden görülmek istenmez. Kurana iftira attığına inanılan bu kişilerin, diğer söylediklerinin doğru olduğu nasıl kabul edilebilir!? Hz Peygamberimizin gökteki yıldızlara benzettiği sahabe ye düşmanlık eden, Sahabeyi ehlibeytin karşıtıymış gibi algılanması sağlayan, Sahabe düşmanlığının temelinde, yatan olgunun Hz Peygamber ile gelecek nesillerin arasındaki İslam bağını yok etmek olduğu neden görmezden gelinir!? Kendi yalanlarını doğrulama adına imamların adını tereddütsüzce kullanabilen kişi ya da kişilere nasıl itibar edilir? Doğrusu akıl alacak bir şey değil!Ümmet arasında İtikadı mevzularda ayrışmayı sağlayan ve bu görüşleri imamlara yamayan kişilerin de aynı yalancılardan olduğu, neden dikkati çekmez de hala ayrıştırmayı sürdürmek aydına aynı argümanları kullanılır!
Ancak, Taberi gibi bir müellifinbile, Hz. Osman dönemi ile ilgili olarak,
pek çok rivayeti "haya ettiği için kitabına almadığını" düşünecek olursak,
erken dönem İslam tarihinin doğru yazılıp yazılmaması probleminin boyutlarını
biraz tahmin edebiliriz.
Bütün bunlar,Şia'nın doğuşu hakkında, "fikif-hadise irtibatı" ilkesi
gözardı edilerek, kaynaklardaki malumat doğrultusunda ileri sürülen görüşlerin,
Şiilerin inanç temellerini oluşturan bu acı olayları öğrenme ihtiyacı fıkhi bilgilerin önünde geçtiğini görmekteyiz. ” (Hasan Onat)
Kurgulayıcılar tarafında üretilen tarih, hadis, hikâye ve çeşitli destanlarda geçen olayların hakikati ile uyuşmayan argümanlarını baştan beri kullanan şiacılar yüz yıllarca bunlarla halkın beynini yıkamışlardır.
Kendilerini Hz Ali nin yanına koyarak Şiilikle ayrışma noktalarının ne olduğunu bile bilmeyen Müslümanların yezitle özdeşleştirilmesi onlarda infial yaratmış bu saldırıya karşı ne diyeceklerini şaşırmışlardır. Tarih boyunca bir an bile yezit lafını duymak istemeyen bir toplumun böylesi acımasızca bir saldırı Karsçısındaki durumu elbette onları çok savunmasız bırakmıştır. Bu insanlar ehlibeyte yapılan insanlık ve islam dışı haksızlığın dini bir savaş değil saltanatı sürdürme ve tarihi bir hesaplaşma adına yapıldığını sahabenin ve tabiinin güvenilir sözlerinden biliyorlardı. Hz. Hüseyin'in şehadetine en büyük tepkinin yine Medine den geldiği bu tepkinin bir benzerinin kendilerinde olduğunun bilincindeydiler. Hayatı boyuca ehlibeytin yanında olan tabiinden olan büyük ilim sahibi ve tefsirci Fahrettin Razi’ nin eserleri bu görüşleri teyit etmekteydi. Bütün bunlarla birlikte mezhep imamlarının yani bir Ebu Hanife nin bir Şafi nin hayatlarına baktıklarında onların da yönetime çok mesafeli durduğunu görüyorlar, bunlarda emevi sempatisi bulunmadığı gibi, emevilerce de en çetin cezalarla cezalandırıldığını şahit oluyorlardı. İmamı şafinin Ehlibeyti sevmek rafizilik ise ben rafiziyim dediği, İmamı Azamın İmamı Cafer ve İmamı Zeydin çok yakınında olduğu, ilim öğrendiği hocalarının Hz Ali ekolünden geldiğini, Emevilerce kendisine verilmek istenen hiçbir görevi kabul etmediği, onların yanlışlarına karşı çıkmasından dolayı hapishanede zehirlenerek öldürüldüğünü diğer imamların da bunlardan farklı bir anlayışta olmadığını bilen bu ümmet bu denli çirkin suçlama karşısında şaşırmakta elbet de çok haklıydılar. Sünni kesim bu kadar gerçeği hafızasında barındırmasına rağmen tarihi hakikatlerin gelecek nesillere taşınmasında bu kadar bilinçli davranmadılar. Sonra da Şiacılar tarafından yezidin avenesi suçlamasıyla suçlandılar ve kendilerini savunmasız hissettiler.
Hakikat tacına giyip kendilerine göre ötekileştirdikleri ümmetin çoğunluğunun inancına, emevi saraylarında uydurulan din yaftasını yapıştırmaları ise, bu zihniyetin hepten, şikeci, iftiracı ve provakatif olduğunu göstermektedir.
Bundan başka, Sünnet ehli inançta radikalliği değil orta yolu benimsemesinden dolayı başkalarının inancına sövmeyi asla uygun bulmaz. Aşırılığa heyecana izin vermez. Takiyye kılıfına sokulmuş yalanı kullanamaz.. Kesin olarak bilinmeyen bir konuda zannı yasaklar. Zanna göre hareket edemez. Tarih, dini anlamada başvuru kaynağı olmadığı gibi dini vesika da saymaz. İnanan insanları hata yapsa da kâfirlikle yaftalanmaz. Hıristiyanların Hz Muhammet için sarf ettiği aşağılayıcı dili, Hz İsa için kullanılamayacağı gibi, Şiilerin Sahabe ile ilgili söylediği ağır hakaret ve tekfirlerine cevaben, ne Hz Ali ye nede Ehlibeyte herhangi bir saygısızlık yapamaz. Dolayısıyla orta yol aşırılığın kapalı olduğu bir zemindir. Ona yapılan saldırılara karşın aynı sertlikte ve aynı çapta saldırıda bulunamaz. Haram ve helallere dikkat noktasından sonra, helal olan şeylerin bile yeterlisine dikkat etme gibi zorunlulukları vardır. Nefsin istek ve arzularını tatmin için zorlama hükümlere itibar edilmez. Edep, saygı, zariflik, gibi insanın iç dünyasında olumluluk yaratıcı şeylere önem, olumsuzluk yaratacak duygu ve düşüncelere karşı dikkat vardır. Oysa uç noktalarla beslenen inançlar, toplumun hislerini kullanıp galeyana getirerek batılı din diye verme ortamında radikalliğin uç noktalara taşındığı bir yapıdır. Bu yapılarda haklılığını ispatlamanın önünde hiç engel yoktur. Yani her yol dört yol gibidir!...İnsanın yapısında bu tür şeylere meyil daha fazladır. Akıldan ziyade heyecana daha ön plandadır.. Özellikle gençlik ve cahil toplumların meyli bu yöndedir. Dolayısıyla Şiiler devamlı bulundukları her zeminde ehlibeytin mazlumiyetini kullanır gözyaşları içinde vermek istediği her düşünceyi bu ortamda verir. Nefsin isteklerine kolayca fetva bulmak mümkündür. Sıkıştığında yalana kolaylık var. Zinadan kurtulmak için muta gibi bir seçenek önlerinde.. Zaten ibadetlerde istediğin kolaylığı yapabilmekteler! Namazı belirlenmiş vakitlerde kılmak bir zorunluluk değil beş vakti üç vakte sığdırırısın. Dindar olman için zorluk yok. Birde Ehlibeyti kendi anlayışlarındaki gibi seviyorsan zaten kurtuldun.!
Dolayısıyla duygusallığı kullanan propagandacıların karşısında, İslami yeterince bilmeyenlerin savunmasız bir hali vardır. Buna çok dikkat etmek gerek!Şii felsefesi incelendiğinde İslam âleminin top yekun Şiileştirilmesi Şiiler üzerinde farz bir görev olduğu anlaşılmaktadır. Bu farz görevi yerine getirmede de en büyük engel ehlisünnet dünyasıdır.
Hedeflerine ulaşmada bu engelin bir şekilde kaldırılması ya da zayıflatılması gerekir. Kendileri kaldıramıyorlarsa kaldıranlara yardım etmek de bir zarar yok. Bunun için başka kâfirler desteklenebilir. İşte tarihteki hulagü örneği bunun canlı örneğidir.(bir milyon civarındaki Müslümanların katledilmesi olayı)
Yahudi dönmeleri ve yalancılığı ile tanınan şii tarihçilerinin, aynı konuda yazdıkları metinlerinde bir birini tutmadığı görülmektedir. Bu sebeple kendi aralarında da ayrışmaların yaşandığı gruplar ilmi konularda izah edemedikleri noktalarda tarihi referans gösterirler. Bunu saldırı amacıyla da yaparlar.
Bunlar imamet, takiyye, muta, gibi birçok hususta İslam toplumlarının paylaşmadığı inançları iman sınırları içinde tutarlar ve bunları kabul etmeyenleri tekfir ederler. Kuranda imamlara iman etme, ya da inanılması ve iman edilmesi gereken imamet mevzuu var mı ki, inanmayan kâfir olsun?..!.
Kuran ayetlerinin nerdeyse üçte ikisini imamet mevzu ve ehlibeyt ile açıklamaya çalışırlar. Yani Kuranda nerdeyse peygamber yoktur. Kuran Hz Ali ve onların anladığı sınırdaki ehlibeyte gelmiştir.! Her inançlarına Kurandan delil getirirler. Oysa kuran ayetlerin anlamına nuzül sebeplerine baktığınızda hiçbir bağ bulamazsınız. Ama onlar kendi taraftarına bunu inandırırlar inanmayanlara da şaşarlar. Kısmetsiz olarak görürler. Sizi iman dairesine çekmeye çalışırlar. Bu konudaki anlattıklarım hususların çoğu sadece araştırmadan kaynaklanan bilgiler değildir. Benim etrafında onlarca canlı örnekleri var. Bunların çoğu şahit olduğum hususlardır.Hatta bunlardan bir kısmı inandıkları şeyin delilini tevil ile de Kurandan getiremezlerse, o konu ile alakalı Kuranda bir sorun olduğunu kendi içlerine dönerek bir birleriyle paylaşırlar. İşi ilgili konudaki ayetin Kurandan çıkartılmış olabileceğini varsayımına kadar götürebilirler!. Yani şunu akletmek istemezler “ bizim bunca iddialarımız inançlarımızın delili kuranda ve sahih hadiste yok. Bu konuda sahabeden, kurandan, hadisten şüphe edeceğimize bu inançlarımızdan şüphe duysak olmaz mı?” düşüncesini düşünmezler ya da düşünmek işlerine gelmez. Niye? çünkü o inançlarının arkasında aşitasyonla dolu Tarih vardır! Ağıt vardır. Toplumda yaşanması geleneksel hale getirilmiş bazı ritüeller vardır. Bundan vazgeçmeye kalkmada mahalle baskısına muhatap olmak vardır, etraftan küfürle itham edilme vardır. Toplumdan dışlanma vardır. Daha kim bilir neler vardır!.
Burada esas olan sorun; sonradan kutsallaştırılmış kutsallığı itikadın içine sokmak için ayetleri saptırarak Kuran’a çeşitli tevillerin ve yorumların getirilmesi!. Bununla da çözemedikleri sorunlara karşın da uydurulan binlerce hadisler ile durumun kurtarılmaya çalışılmasıdır. Meselenin iyi anlaşılması için bir örnek vermek gerekirse, Şiilerin çoğunluğu elimizdeki Kuran’ın değişmediğine inanırlar. Ancak, en güvenilir hadis kitaplarında bu anlayışın tam tersine onlarca hadis mevcuttur. Kuleyni nin El Kafi si ehli sünnet nezdinde Buhari ne ise şia nezdinde odur; yani en sahih hadis kitabı olarak görülmektedir. Bu kitapta Kur'an'ın tahrif edildiğini iddia eden sayısız rivayet yer almaktadır. Ayrıca Şia'nın yakın tarihteki en meşhur âlimlerinden Tabersi Kuranın hâşâ tahrif edildiğini ispat etmek amacıyla müstakil bir kitap kaleme almış ve Geçmişteki şia imamlarının Kuranın tahrif edildiğini iddia eden çeşitli sözlerini bu kitapta derlemiştir. Üstelik bu hadislerin her birisi de üzerinde şüpheye düşülmesin diye imamlara söylettirilmiştir. Bunu ilim noktasında araştırma yapmayan Şiiler bilmemekte en azından böyle bir hadisin olmadığını idda ederek hemen karşı savunmaya geçmekteler. Bu kitaplarda İtikat noktasında da, islamla tezada düşen yine yüzlerce hadis uydurulmuş. Bugünkü aydın şii âlimlerinin çoğu, bunun ayıklanması gerektiğine inanıp farklı kanallardan ifade ediyorlar. Bu iyi niyetli âlimler şunu neden düşünmezler? Ya da düşünürlerde ifade etmezler.
Ümmet içersinde ayrışmayı sağlayan mevzularında aynı kişilerce imamlara söylettirilmiş bir yalan olduğu neden görülmek istenmez. Kurana iftira attığına inanılan bu kişilerin, diğer söylediklerinin doğru olduğu nasıl kabul edilebilir!? Hz Peygamberimizin gökteki yıldızlara benzettiği sahabe ye düşmanlık eden, Sahabeyi ehlibeytin karşıtıymış gibi algılanması sağlayan, Sahabe düşmanlığının temelinde, yatan olgunun Hz Peygamber ile gelecek nesillerin arasındaki İslam bağını yok etmek olduğu neden görmezden gelinir!? Kendi yalanlarını doğrulama adına imamların adını tereddütsüzce kullanabilen kişi ya da kişilere nasıl itibar edilir? Doğrusu akıl alacak bir şey değil!Ümmet arasında İtikadı mevzularda ayrışmayı sağlayan ve bu görüşleri imamlara yamayan kişilerin de aynı yalancılardan olduğu, neden dikkati çekmez de hala ayrıştırmayı sürdürmek aydına aynı argümanları kullanılır!
Şİİ İTİKADİ NASIL OLUŞTURULUDU
İslamın doğuşu ve yayılması sürecinde islam coğrafyasındaki karışıklıklar ve ilmin islam toplumlarına yeterli ulaşamaması neticesinde, İslâm düşmanları, peygamber (sav)’in söylemediği uydurma sözlere hadis görüntüsü verip onlara islâmî olmayan anlamlar ve islâm’la çelişen mefhumlar yükleyerek Müslümanların bunları sahiplenmesini, amel etmelerini sağlayarak islamdan uzaklaşmasını hedeflediler. Bunun için de Peygamber (sav)’in hadislerine birçok yalan söz katıp bunları insanlar arasında yaygınlaştırmaya başladılar.
Bu gelişmeleri yakından takip eden islam önderleri, çeşitli zulüm hareketleri, büyük hatalar ve davranışlarından dolayı hiç bir şeyin farkında olamayan mevcut yönetimin konuya ilgisini beklemediler. Bu olumsuzluğun önüne geçmek İslamı gelecek nesillere bozulmadan ulaşımını sağlamak için yönetimden bağımsız bir çalışma içine girdiler. Bu gayretleri Yönetimden uzak durmaları sebebiyle devlet tarafından horlanıyordu. Bu âlimler islam coğrafyasındaki karanlık amaçlara yönelik hazırlanan planları çabuk fark etti ve bu oyunlara gelmedi. Hadis ilminin islamın ana kaynağını oluşturduklarını bildikleri için herkese ve her söze kulak asmadılar. İslâm bilginleri Ravilerin vasıflarının; bilgin, emin, âdil zabıtça güçlü ibadet, takva ve salih amel yönünden essiz olan sahsiyetler olmasına dikkat ettiler. Onları teker teker yakından tanıdılar. Hiç şüphe ve tereddüde meydan vermeyecek şekilde gerekli bütün çalışmaları yaptılar. Rivayet tarihine kadar ciddi, titiz bir çalışma sonucunda hadislerin korunmasını sağladılar. Hadislerde, müsamaha gösterenlerin rivayetlerinin önüne geçmişlerdir. Râvilerin genç ve hafızalarının kuvvetli olduğu yaşlardaki rivayetleriyle, unutkanlık gibi arızaların meydana geldiği yaşlılık devrelerindeki rivayetleri arasında bulunan farklılığı tesbit ederek, gerekli olan zabıt, adalet ve benzeri sartların tahakkuk etmediği devrelerde rivayet ettikleri hadisleri ayırt etmişlerdir. Hatta hadis rivayet eden; sahabeyi çok geniş tutmayıp tabiin ve tebaattabiinle sınırlandırmışlardır. Bunlardan sonra hiçbir rivayet kabul etmemişlerdir. Raviler sınırlandırılmıştır, Herhangi bir müslümanın, bir hadisin sıhhatli olanını zayıflarından, zayıf olanını uydurma olanından ayırabileceği yeterli derecedeki sened ve metin çalışmalarını yaparak, hadis kitaplarını da derecelendirerek ortaya koymuşlardır. Hz peygamberimizin
“Bana yalan isnâd etmek, sizden birinize yalan isnâd etmek gibi değildir. Her kim, bana bilerek yalan isnâd ederse, Cehenneme girsin.”
Sözündeki ciddiyeti hiç kulak ardı etmemişlerdir. Bu Hadis âlimleri doğruluğu araştırma bakımından en güçlü şahsiyetlerdir. Muhaddislerin sıhhatinde ittifak ettikleri haber mutlaka haktır. Yine onların ittifak ile hatalı ve önemsiz kabul ettikleri rivayet de hükümsüzdür. Fakat ihtilaf ettikleri rivayet varsa ona da insaf ve adaletle bakılır. Hadis kritiğinde esas olan budur.
Mâlik, Şu'be, Evza'î, Leys, iki Süfyan, iki Hammad, İbn-i Mübarek, Yahya el-Kattan, Abdurrahman b. Mehdi, Vekî, Şafiî, Ebubekir (r.a.), Ebu Şeyde, Buharî, Ebu Zur'â, Ebu Hatim, Ebu Davud, Müslim, Neseî, İbn-i Hibban ve benzeri âlimlerle, cerh ve ta'dil mutahassısları bu görüştedirler. Râvilerin bilinmesi ile ilgili birçok kitaplar da tasnif edilmiştir. İbn-i Sa'dın Tabakatı, Buhari'nin Tarihi, Ali b. el-Medâyinî'nin kitabı gibi. Müsnedlenden de, Ahmed b. Hanbel'in mesnedi, hadis kitaplarından İshak, Ebu Davud, İbn-i ebi Şeybe, Tabarânî gibi eserler vardır. Hülâsa bu hususta oldukça eserler te'lif edilmiştir.Hadisleri sıhhat ve senetleriyle bilmek ehl-i sünnet vel Cemaatin hususiyetlerindendir
Çoğunlukla bu süreçlerin içinde ehlibeyt mensuplarında bulunmuştur. Kimi zaman bu calışanları yürütenlerin hocası olmuş kimi zaman onlarla beraber bu hizmetleri yürütmüşlerdir. Böylesi titiz bir çalışma içinde bulunanlardan Buhari’nin calışmaları için o zamanın şartlarına göre elli bin kilometre yol kat ettiği belirlenmiştir. Bugün bize miras bıraktıkları o yüce sözler öyle kolayına bize ulaşmış sözler değildir. Üzerinde çok büyük emek ve mesai var olduğu unutulmamalıdır.
Bu kadar ciddi bir çalışmanın yanında, Şiiler de bu furyadan geri kalmak istemediler. O günlerde
İslam âlimlerinin hadisleri toparlama gibi ulvi bir görevi yerine getirdiği dönemlerde, Yönetimin emrine amade olmuş hanedanın yakınlarındaki bazı camilerde ise ehlibeyte yalan yanlış saldırılar yapılıyor yezit ve avanesine övgüler yağdırılıyordu. İslamı bilmeyen ve Emevi hanedanına karşı olan bazı insanlar bu söylemleri dine katmalar olarak yorumladı ve bu söylemleri duymaktan ikrah ediyorlardı. Bundan kurtulmanın carelerini aranırken fitne devreye girdi. “Emevi uydurması islamı duymamanın tek yolu camileri terk etmek” propagandası yapıldı. Böylece camilere gidilmenin önüne gecilmeye calışıldı. Emevilerin bu yanlış davranışının bedeli bir kısım insanların camilerden uzak kalıp İslami bilgilerden uzaklaştırılmasını sağladı. Bu büyük hata islam düşmanları için aranıpda bulunmayacak bir ortamı sağladı. İslamla ile toplum bağı yavaş yavaş koparılmaya başlandı. Hissiyat sahibi insanlar yoğun propagandalar eşliğinde Emevi hanedanlığı ile camilerin bütününü özdeşleştirerek, birine karşı olma duygusunu kullanarak ikincisine karşı olmayı meşrulaştırdılar. Bundan faydalanarak İslami gerçeklerin emevi hanedanının siyasetine göre şekillendiği kanısını toplumda yerleştirmeye çalıştılar. Ondan dolayıdır ki günümüzde aleviler bizleri camilerden kovdular diye camiye gitmezler.!
Bu halk tabakaları, olayları kendileri gibi yorumlamayanları yönetimin yanında yer almasalar bile kendi yanlarında olmamaları sebebiyle ,karşı taraf görüyor, meseleye siyah ya da beyaz algılaması ile yaklaşıyordu. Olayın böyle yorumlanmasında gayret gösteren fitne liderleri bu anlayışın doğruluğu çerçevesinde toplumu yönlendiriyor bunlardan da uzak durulması gerektiğini onları da sistemin bir parçası olduğuna halka inandırıyordu. Çünkü onlara göre kendilerinden olmayanlar karşı tarafdandı. Yani hanedanın safındaydı. Hatta bu yaklaşım onlarda o kadar ileri gitmişti ki, ehlibeyt imamlarından büyük mücadele veren İmamı Zeydi bile bu uğurda kolayca terk ederek savaşta yalnız bırakmışlar ve şehit olmasına neden olmuşlardır. Bu mantık ve anlayışla, önlerine çıkan her şeye doğru ya da yanlış diyor, nüansa hiç yer vermiyor toptancı bir yaklaşım sergiliyorlardı.
Bu yaklaşım içinde olanlar sahih hadisleri senedine ve ilmi metoduna dikkat etmeden toptan reddettiler. Siyasi savaşlarda Hz. Ali'nin yanında bulunanların rivayet ettigi hadislerin dışında kalanları tamamen yok saydılar. Ançak, kapılarını acık bıraktıkları üç beş sahabeden ve imamlardan gelen rivayetle fıkıh oluştursalarda bunların kendi iddialarına cevap vermediğini gördüler. Düşüncelerine Kuran dan da destek bulamayınca İnançlarına delil bulmak aydına gördükleri boşlukları hadis uydurarak doldurma cihetine gittiler.
Bu konuda şia kültüründe o kadar ilginç yaklaşımlar vardır ki: Hadis ve menkibe uydurmada bir yarış sergilendiğini, hatta çok hadis uyduranların daha kolay cenneti kazanılacağı inancının varlığı maalesef ki bir gerçektir. Bunların da ötesinde eli yatkın olanlara uydurdukları hadis karşılığında para ödendiğini görürsünüz. Bu hadislerin hemen hemen hepsi imamlara söylettirilmiştir. Uydurma hadislerle, takiyyeye ve İmamalara masumiyet kapısını acılınca işleri daha kolay yürümüştür. Çünkü masum olan imam yalan söylemez bir şey uydurmaz, peygamber derecelerinden daha yüksek bir konumda olduğu için de her bilgiyi Allah’tan alır. Durum böyle olunca da imamlara söylettirilen hiçbir söz kimse tarafından asla sorgulanamayacaktır. Dolayısıyla bu hadisleri imamlardan kimlerin duyduğu yani ravisi çok önemli değil. Bunun için şianın hadislerinin çoğunu meçhul sahıslar rivayet ederler ve derler ki: Muhammed b. İsmail'den o da ashabımızdan birinden, o da bir adamdan rivayet etti ki söyle dedi..." hatta bazı ravilerde kopukluk görülür orada “kim ola ki “ifadesi mevcuttur.
Meselâ, dünya zevklerine önem vermeyen Şiilerce değerli bir zâhid olarak tanınan Meysere b. Abdirabbih adındaki kişi, vefat edeceği sırada Hz.Ali’nin faziletleri hakkında yetmiş hadis uydurduğunu açıkça itiraf etmiştir.
Şia âlimleri bu şekilde oluşturdukları kitaplarını Mehdi Aleyhisselama arz edildiğini ve onun tasdikinden gecirildiğını ifade ederek kimsenin tereddütüne meydan bırakmamışlardır. Bununla alakalı kendi kitaplarından bir örnek, Şia'nın en muteber kaynak hadis kitabı diye andığı kitap, El- Kûleyni'nin 'KAFÎ' ismindeki kitabıdır. İçinde 16.099 hadis vardır. Bu hadis kitabının yazarı
El-Kuleyni için; “Muhammed Taki el-Meclisi şunları söyler: Doğrusu bizim zehabın âlimleri arasında onun gibi birisi yoktu. Onun aktardığı rivayetleri inceleyen, kitaplarının bilgi tertibini irdeleyen herkes bilir ki, o, Allah tarafından teyid edilmiş biridir. (Usul-u Kâfi/Önsöz sayfa III.)Kâfi (yeterli) kelimesinin menşei konusunda şöyle diyorlar: “Yüce Allah, bu kitabı yirmi senede yazmasını müyesser kıldı. Dünyanın çeşitli bölgelerindeki Şii Müslümanlar kendileri için dinin her alanında yeterli (Kâfi) gelecek bir kitap yazmasını istiyorlardı. Çünkü Kuleyni, görüş alışverişinde bulunacağı, müzakere edeceği, ilmine güvenilen zatla görüşüyordu. Bazı âlimler, Kuleyni’nin el-Kâfi’yi İmam Kâim (Mehdi aleyhisselam)’a arzettiği ve İmamın da bu eserin güzel olduğunu belirttiği ve “ Şia’mız için kâfidir”. Dediği inancındadırlar. (Ravdatu’l Cennat sh.533)” (Usul-u Kâfi/Önsöz sayfa XI.)
İmamlar yaşadıkları dönemlerdeki halifelerle olan ilişkileri, şia akidesine uygun olmadığı için, yani Hz Ali nin diğer halifelerle iyi geçinmesi, Hz. Hasan ın halifeliği Muaviye r.a. teslim etmesini, diğer imamların çoğunun yönetime baş kaldırmama-sını kendi anlayışlarıyla uyumlu hale getirmek ve daha birçok şeyi kurtarmak içinde takiyyeyi dinin bir esası olarak koymayı kurtuluş olarak görmüşlerdir. Takiyyeyi imanın olmazsa olmazı yani imanın bir şartı haline getirmişler bunu uydurma hadislerle kurumsallaştırmışlardır. Uydurma hadis konusunda verilecek örnek yüz binlerle ifade edileceği için bunu bir bir saymanın anlamı yok. Çünkü itikadi anlamda islam anlayışıyla örtüşmeyen bütün konulardaki hadisleri birbiriyle çelişkili biri diğerinin hükmünü ortadan kaldırır niteliktedir. Hemde kuran’la da çelişkili. Onun için Şiiler Kurana fitne demektedirler. Yani anlaşılmaz bir kitap olarak tanımlarlar bunu yalnız Hz Ali nin anlayabileceğini ifade ederler ki tevil konusunda meydanları boş olsun ve ali adına da kuranı istedikleri gibi yorumlayabilsinler. Kuran ın fitne olması tabiri günümüz Şiilerince bazı TV kanallarında şii âlimler tarafından canlı olarak maalesef ki söylenebilmektedir. Ayrıca Hz. Ali için konuşan kuran demektedirler. Onlara göre Hz Ali bütün peygamberlere gelmiş kitap ve dinleri olmuş ve olacakların bütün ilimlerin hepsini bilir!. Onların profilini çizdiği Ali bütün peygamberleri katlamış durumdadır.
Şiacılar kendi doğrularını ispatlamak için, kendi kaynakları dışında kalan kendileri acısından hiçbir değeri olmadığı halde sadece iddialarına delil acısından ehlisünnet kaynaklarını da kullandıkları bilinmektedir. Yine kendi tezlerini doğrulamak adına ehlisünnet kaynağı olmadığı halde isim benzerliklerini kullanarak yalan yanlış bilgilerin bulunduğu bazı kaynaklarında ehlisünnet kaynağı gibi gösterdiklerine sık sık rastlanmaktadır. Bunu gösterirken de metinin tamamını değil işlerine yarayan kadar bölümleri cımbızla cekip aldıklarını, alınan kısmında konunun bütünü anlatmaktan ziyade başka anlamlara hizmet eder hale getirmektedirler. Mesela kendi amacları acısından kullandıkları Hz Ali’nin faziletleriyle alakalı birçok hadisi Ahmed b. Hanbel'e dayandırdıklarını söylerler. Dayandırdıkları eser İncelendiğinde sözü edilen hususların Ahmet B. Hanbel’in müsnedinde olmadığını görürsünüz. Ama Ahmed b. Hanbel sahabenin faziletleri hakkında telif ettiği bir başka eserinde, başta Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali (r.a.) olmak üzere sahabenin faziletleri ile ilgili olarak rivayet edilen hadislerin içinde, zaif ve sahih hadisler neler olduğunu sıralamış bunların bilinmesini amacladığını belirtilerek zayıf hadislere işaret etmiştir. Sahabîlerin faziletleriyle ilgili olarak Ahmed b. Hanbelin kitabına toplanan zayıf hadislerin aslı Ahmed b. Cafer b. Hamdan el-Katiiye (273-368) kitabından alınmadır. Bu kişi Bağdad civarındaki Dakik adlı Katia (toprak parçası) da oturuyordu. Buna izafeten kendisine “El-Katîî” denilmiştir. ) Katinin aynı eserinde oğlu Abdullah'ın Ahmed b. Ca'fer b. Ham'dan el-Katîî'nin üstadlarından rivayet ettikleri ziyadeler vardır. El-Katî'nin ziyade ettikleri rivayetlerinin çoğu yalandır.
Şiacıların Ehlisünnet kaynaklarında var deyip verdikleri örnekte amacından saptırdıkları yüzlerce örnek vardır. Bunlardan da örnek verecek olursak; ehlisünnet kitaplarından yapılan bir alıntı şia kitaplarında şöyle yer almaktadır.
Ehli sünnetin en muteber kaynaklarında bile bizim gerceklerimiz yer almaktadır şöyle ki; diyerek başlayan metinlerinde “Ömer şöyle demiştir: Ebubekir'e biat bir kayma idi. Allah bizi onun şerrinden korudu, kim bu biat'a benzer bir biat'a dönerse onu öldürün”. Denilmekte ve Bu söz ise Ebubekir'e töhmeti gerektirir şeklinde yorumlanmaktadırlar. Oysa Müslim ve Buhari'de rivayet edilen Ömer'in (r.a.) sözü şöyledir: “Sizden bazılarınızın şayet Ömer ölürse, filan adama biat edeceğim, dediğini duydum, sizden biriniz, Ebubekir'in biati bir kayma idi deyip de kendisini aldatmasın. O biat gerçek bir biat idi. Fakat Allah (c.c.) ihtilafı bir an önce sona erdirmekle fitneyi söndürdü. Aranızda boyunların kendisine râm olacağı, kim varsa o da ancak Ebubekir'dir.” Bu saptırmalar ne ilktir ne de son olacaktır.
Yine Şiacıların hadisi şeriflere nasıl ilaveler yaparak değiştirdiklerini gösterme acısından da örnek verilmesi gerekirse,
Alî bin Muhammed ibni Sabbâğ-ı mâlikî (Füsûlül-mühimme) kitabında, Elmenâkıb kitâbından alarak diyor ki, İbnil-Müeyyedden işitdim. Birgün, Ebû Büreyde, Resûlullahın yanında oturuyordu. Ebû Büreyde diyor ki, Resûlullah efendimiz, (Rûhum yed-i iktidarında bulunan Allahü teâlâya yemin ederim ki, kıyâmet günü, insanlardan ilk sorulacak şey, ömrünü ne ile geçirdin, bedenini, ne yaparak eskitdin, malını nereden kazandın ve nerelere verdin ve Resûlümü sevdin mi, soruları olacaktır) buyurdu. Yanımda bulunan hazret-i Ömer, sizi sevmenin alâmeti nedir yâ Resûlallah, dedi. Mubârek elini, yanında oturan hazret-i Alinin başına koyup, (Beni sevmek, benden sonra bunu sevmektir) buyurdu. Yine bu kitapda diyor ki, hazret-i Alî (Vallahi Nebiyy-i ümmî “sallallahü aleyhi ve sellim” efendimiz, beni sevenlerin mü’min olduklarını, sevmiyenlerin ise, münafık olduklarını bildirdi) dedi. İşte, kıyamet günü, sevgisi herkesten sorulacak, bir zât, acaba başkalarından daha üstün ve halifelik, başkalarından ziyade kendisinin ve çocuklarının hakkı olmaz mı, diyerek bu söze katmalar yaparak Hz Ali nin imametini isbatlamak için kullanıyorlar. Oysa hadisin hakikati İmâm-ı Muhammed bin Îsâ Tirmüzî (209 da tevellüt, 279 da vefât etdi) şöyle bildiriyor: “İnsana, kıyamet günü dört şeyden sorulacaktır. Ömrünü ne ile geçirdiği, ilmini ne yapdığı, malını nereden kazandığı, cismini ne ile eskittiği sorulacaktır”. Taberânî de, bu hadisi bildiriyor ise de, son cümlesi yerinde, gençliği ne ile geçirdiği yazılıdır. İşte, hadîs-i şerîfin doğrusu böyle bildirilmiştir. İçinde, Ehl-i beyti sevmek ve hazret-i Ömer’in her hangi bir şekilde adı geçmesi yoktur.
Söz konusu kişi Mâlikî denilen İbni Sabbâğ mâlikî mezhebinde birisi değildir. Kitapları, yazıları gösteriyor ki, o şî’î mezhebindedir. (Hârezm odunu) olarak meşhur olan ibni Müeyyedin de, şî’î olduğunu konuya alaka duyan bütün âlimler bildirmektedir. Şî’îlerden ba’zısı, hadîs-i şerîfleri değiştirip büyük bir hadis âliminin ismini koyarak amac ve anlam değişikliğine uğratarak kendi amaçlarında kullanıyorlar. Böyle yalanlarla, Müslümanları aldatmağa çalışıyor. Kitaplarda, doğrusu yazılı olan bir hadîs-i şerîfi, değiştirme anlayışının amacı dine hizmetmidir? yoksa dini amacından saptırmaya çalışmakmıdır? Bunun çok iyi muhakeme edilmesi ve Hz. Ali ve ehlibeytle ilgili hadislerin büyük bir çoğunluğunun bu şekildeki operesyonlarla mevcut hallerine getirildiği unutulmamalıdır. Bununla berâber, burada, halîfeliği anlatan hiçbir hususda yokdur.
Ehl-i beyti, şânlarına uygun olarak sevmek ve onları anlamak demek, islâmiyyete bağdaşmayan ifadeleri onlara yakıştırmak demek değildir. Meselâ İbni Bâbeveyh uydurup (İbni Abbâs buyuruyor ki) diyerek, Peygamber efendimizin gûya (Allah Alîyi sevenleri Cehennemde yakmaz), Yine (Alîyi seven bir kimse, yehûdî veyâ hıristiyan olsa bile Cennete gireceklerdir) ifadesi bir başka (Alîyi sevene hiçbir günâh zarar vermez), yine benzeri (Alînin şî’asına kıyâmet günü, ne küçük günâhdan, ne de büyük günâhdan sorulmaz. Onların kötülükleri, iyiliğe çevrilir). Bu uydurma sözleri, hadîsdir diyerek, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimize iftirâ etmek haksızlık değil midir? Aman Allahım bu kadar yalan bu kadar bühtan akıl alacak gibi değil. Bu anlayışı nasıl bir anlayıştır. Bunun islam acısında bir izahı bulunabilir mi?
Şia felsefesini gizemli kılan kendi inanclarına kılıf giydiren hadislerine bir bakalım “... Fudayl b. Sukre şöyle rivayet etmiştir: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a dedim ki: “Sana kurban olayım! Ölünün yıkanmasında kullanılan suyun belli bir miktarı var mıdır?” Buyurdu ki: “ Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) Ali (aleyhisselâm)’a dedi ki: Ben öldüğüm zaman, Ğarş kuyusundan altı kırbaç su çıkar. Beni yıka, kefenimi sar ve üzerime koku sür. Beni yıkamayı ve kefenlemeyi tamamladığın zaman, kefenimin uçlarından tut ve beni oturt. Sonra bana istediğin şeyi sor. Allah’a yemin ederim ki, o zaman bana sorduğun her şeye cevap veririm.”“ (Usul-u Kâfi sh 426 H.765. ) “... Eban b. Tağlip , Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir: “ Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) vefat edeceği sırada Ali (aleyhisselâm) eve girdi. Resûlullah, onun başını örtünün altına soktu, sonra: “ Ey Ali “ dedi. “ Ben, öldüğüm zaman beni yıka. Ve kefenimi sar. Sonra beni oturt. Ardından bana soru sor ve sözlerimi yaz. “ (Usul-u Kâfi sh 426 H.766. ) Mantığını ve aklını kullanan bir insan şunu sormaz mı?, Peygamberimiz Vefat etmeden önce dini tam olarak tebliğ etmedi mi? Allah Kuranında dini tamamladığını söylemedi mi? Elbette ki söyledi. Bu olay İslam dini açısından kabul edilen bir yaklaşım mı? Peygamberimiz öldükten sonra, Risalet görevi son bulduğu gibi, Ölülerle Canlılar arasındaki birebir diyalog olayı olmaz ki. Söyleyecek bir şeyi var idiyse ölmeden önce söylemeye imkân mı yoktu? Fırsat mı bulamadı? Peygamberimiz tekrar tekrar ölüp dirilmediğine göre, ona ölü haldeyken konuşma atfetmeleri de Kur’an’a aykırıdır. Ancak yeni bir din ortaya koymaya çalışan bu kafa kimsenin olmadığı yerde Hz peygamberimiz öldükten sonra dirildi ve Kimsenin bilmediği konularda Hz Ali ye bilgiler verdi onu bilgilendirdi ona gizemlilik kazandırdı. Yani işin aslı şu; Şiacıların uydurdukları anlayışa mevcut hadis ve tarih kaynaklarından bulamadıkları delili kalan eksiklikleri Kuran’ın mana ve anlamını değiştirerek, yeni hadis uydurarak, yakın tarihi yeniden kurgulayarak giderme yoluna gitmişlerdir. Bunun başka en ufak bir izahı yoktur. Çünkü Hz Ali peygamber derecesine nasıl getirilecek?, ona bu kadar güç nasıl yüklenecek?. Hz Peygamberin sağlığında Hz. Ali ile ilgili söyledikleri her şeyin yer ve zamanı değiştirilerek biraz bir şeyler kurgulanabildi!. Ama bu yetersiz gelince yeni seneryolara ihtiyaç oldu. Bu ve benzeri safsatalar Hz Ali ye söyletmek istenen fakat daha önceden hiç söylenmemiş kimsenin bilmediği konuları yani şianın kafasındaki dini anlayışı Hz Peygamberi yeniden dirilterek Hz Ali dikte ettirmesi projesinden başka bir şey değil. Şia bütün kurgularını bu ve bu benzer bir anlayışta geliştirmiştir.
Yini bir başka gizem ve edepsizlik dolu bir hadislerinde;“... Cafer b. Müsenne el-Hatip şöyle rivayet etmiştir: Bir ara Medine’deydim, Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin kabrinin üzerindeki tavan çökmüştü. İşçiler çatıya çıkıp iniyorlardı, biz de bir cemaattik. Arkadaşımıza dedim ki: “İçinizde bu gece Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a gidecek var mı?” Mihran b. Ebu Nasr” Ben.” dedi. İsmail b. Ammar es-Sayrafi de “Ben” dedi. Bu ikisine dedik ki: “O na yukarı çıkıp oradan Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin kabrine bakmamın caiz olup olmadığını sorun.” “Ertesi sabah ikisiyle karşılaştık ve bir yerde toplandık. İsmail dedi ki: “Sözünü ettiğiniz şeyi İmama sorduk, bize şu cevabı verdi: “ Onlardan hiçbirinin Nebi’nin kabrine yukardan bakmasını istemem. Çünkü gözünü kör edecek bir şeyi veya Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi)’yi namaz kılarken ya da bir eşi ile beraber olurken görmesinden emin değilim. “ (Usul-u Kâfi sh 684 H.1225. )
Peygamberimizin mezarına bakılınca kabirde “bir eşi ile beraber olurken görmesinden emin değilim“gibi ifadeler kullanılarak cinselliğe vurgu yapılması bu sözü meshep imamı olarak gördükleri kişiye söyletmeleri adı gecen güzel insana saygısızlıktan başka bir şey değildir. Bu anlayışın içinde buna benzer binlerce hadisi görmek mümkündür. Buradaki hadis öğretisi ile ne amaclandığı dikkate değerdir. Yani bir söz olsun adı hadis olsun imama söylettirilsin gizemli olsun, inandıkları bir şeyin kılıfı olsun ve bunun adı din olsun.
Tabi ki bu sözlerin hiç birisi, kendinden sonra imam tayininde de bulunmayan Ca’fer es-Sadık ait değildir. İmamet mevzuunda bile birlik içinde olmayan şia grupları, İmam Ca'fer es-Sadık 'ın ölümünden sonra muhtelif fırka ve mezheplere ayrılmış, her gurup fikirlerinin gülcülüğünü göstermek kendilerini bu imamın taraftarlarına kabul ettirmek amacıyla da bütün görüşlerini ona dayandırmışlardır. Bu sürecte imamlarla ilgisi olmayan ve imamlara ihale edilen binlerce görüşün ortaya cıkışını aydınlatması acısından Şa'bi'nin şu ifadeleri oldukça önemlidir: "Hz. Ali adına bir tek yalan uydurmam karşılığında bana köle olmalarını ve evimi altınla doldurmalarını isteseydim muhakkak kabul ederlerdi." (İbn Abdi Rabbih el-Ikdı'l-Ferid,c.2 sh:409). Tarihe bakıldığında görülmektedir ki, bu düşüncenin önderleri toplum mühendisleri Hadis uydurma yeteneği olan âlimleri bulmuşlar ve hadis uydurmaları konusunda kimine parayla kimine zorlama ile hadis uydurmaları telkin edilip sonuç almışlardır. Farklı farklı insanların uydurdukları hadislerin bir coğu da tabi ki farklılıklar arzetmekte bu durumda neredeyse üzerinde ittifak edilecek hadis bulunamamaktadır. Kullandıkları muhaddisleri ise, Yakup el-Kuleyni- Hüseyin b.Babaveyh Hasan et-Tusi. Bunlardan bir kacıdır. Bu yalancılar uydurdukları hadisleri kaynağı olarak da genelde imamı Caferi göstermektedirler. Oysa, ehlibeytin naklettiği hadislerle bunların ehlibeyte maal ettikleri hadisler asla aynı şey değildir ve alakası da yoktur.
Nitekim bu konuya ışık tutan Hindli Sii alim, “Esasul Usul” isimli kitabında, imamlarından naklen şunları bildirir: “İmamlardan rivayet olunan mesur hadisler gerçekten çok farklıdır. Öyle ki, her hadisin mukabilinde ona zıt olan bir başka hadis vardır; üzerinde ittifak edilen hiçbir haber yoktur ki, ona tezad teşkil eden başka bir haber bulunmasın, nitekim bu durum, Seyhut Taife et-Tusi’nin “et-Tehzib” ve “İstibrar” kitabını nın başında açıklandıgı gibi, bazılarının Siilikten çıkmasına sebep olmustur” (Esasul Usul, s.15Haricîler ve Mutezile sahih hadisleri tam olarak kabul etmemelerine rağmen, kendi prensiplerine göre doğruyu araştırır ve yalan haberi delil olarak hiç getirmezler. Bu râfizîlerin ise ne akılları ne de nakilleri vardır.
Hadis ilminde, râvi ve hadislerin sıhhat derecelerini tasnifte Şiilerden daha câhil, bâtılı kabul etmede ve sahihi reddetmede yine onlardan daha kötü bir anlayışı bulmak mümkün değildir. Rivayetle ilgili emanet, adalet, zabıt ve hıfz gibi esaslara hiç aldırış etmezler. Râfizîlerin indinde hadisin sıhhatli olabilmesi için arzu ve anlayışlarına uyması gerekir. Abdurrahman b. Mehdi şöyle diyor: “İlim ve erbabı leh ve aleyhlerinde olanları yazıyor. Nefsin arzusuna uyanlar ise yalnız lehlerinde olanları yazarlar.” El-Kâfi ve benzeri muteber olan şîî kitablarında insanların en yalancısından da rivayet edilen hadislerle dolu olduğu görülür. Çünkü onlara göre hadisin güvenilir olabilmesi için şiilik esaslarına hâvi ve sevdikleri kimseden rivayet edilmiş olması gerekir. Bu sebeple hadis rivayetlerini sadece Ehl-i Beyt'e dayandırırlar. Hâlbuki Şia'nın hadis rivayetinin ilk halkasını teşkil eden Peygamberimizin torunları Hz. Hasan ve Hüseyin, Hz. Peygamber (s.a.v) hayatta iken henüz küçük yaşta idiler. Bu sebeple Hz. Peygamber'e yetişmemişlerdir. Bunların hadisleri Resulullah'dan naklen aldıklarını iddia etmek ne derece doğrudur?! Ama Şiacılar imamların ilimlerini her hangi bir âlimden öğrenmediklerine ilimlerini doğrudan Allah tan aldıklarına inanırlar.
Velhasıl kitapları sıhhatinin ispatı mümkün olmayan on binlerce hadisle doludur. İnançlarını bu hadisler üzerinde bina etmişlerdir " Bu tutumlarıyla Sünnet-i Nebeviye'nin dörtte üçünden fazlasını kabullenmemektedirler. Bu nokta şiiler'in diger müslümanlardan ayrıldığı en mühim noktadır.
Şianın bozuk akidesini oluşturan hususlarda imamların rivayet ettiği hiçbir hadis bulunmamaktadır. Bunlar uydurmalardan ibarettir. Ama Şia kültüründe gercekten imamlara ait elbette çok hadis vardır. Bunlarla fıkıhlarını oluşturmuşlardır. Zaten fıkıh uygulamalarının büyük bir çoğunluğu da ehlisünnetle hemen hemen birdir. Ancak, itikadi yönden kendi akidelerini oturtmaya bu hadisler cevap vermeyince işte o boşlukları imamlar adına uydurarak doldurma ihtiyacı duymuşlar, büyük kayboluş dedikleri olaydan sonrada büyük bir ustalıkla bunlardan bir kısmının meşhur hadis kitaplarına girmesini sağlamışlar, bununla da kalmayarak, kendilerine hadis kitapları tedvin etmişlerdir.
Neden mi? – Çünkü büyük kayboluştan önceki imamlar adına uydurulan yalanlara bir nebze olsun o dönemde yaşayan ancak bazı Şiilerce sözü dinlenen imamlar bu tür yalanlara mani oluyorlardı. Ançak, bu olaydan sonra artık uydurma ve yalanların önüne gececek kimse kalmadığı gibi katkı sağlayanlar daha dindar daha çok Ali sevdalısı gösterildi. Bunu isbatlayacak binlerce delil bulmak mümkündür. Ançak delil, öngörü sahibi zihni duru, hakikaten gerceği arayan akıl sahiplerine hitap eder. Nerdeyse Kuran’a bile bizi yanıltıyor mantığı ile bakan bir anlayışa ne diyecek ki!..?
Bazı islam âlimleri Hz Ali’nin rivayet ettiği hadisler ile onun faziletlerini derlemişlerdir. Bunlardan bir tanesi de Nesai nin “El-Hesâis” adlı derlediği kitaptır. Bunun dışında Tirmizî de Ali'nin (r.a.) faziletleriyle ilgili çok hadis rivayet ettiği görülmüştür. Bütün bunlara bakıldığında Hz Ali nin ilmi ile alakalı Şiacıların Hz Ali ye maal ettikleri hadislerden yüzlercesinin uydurma olduğu hemen anlaşılmaktadır. Şia alimlerinin münazarada, delilleri açıklamada ve bunların gerektirdiği metodlarla uygulamada ehil olmadığı, nakli delillerde de son derece yetersiz oldukları, dayanaklarının ise, isnadi kesilmiş tarihi olaylardan meydana geldiğini görürsünüz.. Bu tarihi olayların çoğu da yalancılar tarafından uydurulmuştur. Bu yalandcılardan Lût b. Yahya, şîîlerin en az yalan söyleyenlerindendir. İbn-i Adiyy onun hakkında bile “Şîîdir, şîîlerin haberlerini uydurur.”, Hafız ez-Zehebi de “Mizanül İ'tidal” adlı eserinde: “Haberleri uydurma olup, güvenilmez. Ebu Hatim ve başkası haberlerini almamışlardır.” demiştir. Bir başkası Hişam b. El-Kelbî hakkında İmam-ı Ahmed “Neseb sahibi olduğu için çokça gece toplantıları düzenlerdi. Kendisinden hadis nakledeni görmedim. Dinle alâkası olmayan haberlerin kaynağıdır. Sünnetle ilgili haberlerde müslümanlar ona aldanacak kadar akılsız değildirler.” Hafız b. Asâkir onun hakkında: “Râfizî ve güvensizdir” demişlerdir.
Yunus b. Abdil A'la, Eşheb'in şöyle dediğini rivayet ediyor:
Rafizilerin durumuyla ilgili olarak İmam Malik'e bir soru sorulması üzerine; Onları konuşturmayın, haberlerine inanmayın, onlar yalancıdırlar, cevabını verdi.
Harmele (Harmele b. Yahya et-Tüceybî (V. H 243) olup, Mısır'ın iftihara medar âlimlerinden ve İmam-ı Şafiî'nin talebelerindendir. İmam-ı Mâlik'ten rivayet ettiği yüzbin civarındaki hadisi Mısır'a nakletmiştir),
İmam-ı Şafiînin: “Râfizîler kadar yalan şahitliği yapanı görmedim” dediğini, işittim diyor.Müemmil b. İhâb (Müemmil b. İhâb er-Rub'î (V. 254) olup, Ebu Davud ve Neseî ondan rivayet etmişlerdir)
Yezid b. Harun (Yezid b. Harun es-Sülemi el-Vasitî olup, meşhur hadis hafızlarının ileri gelenlerinden ve İmam Ahmed'in üstatlarındandır. Yetmişbin kişi dersini dinlemiştir. Hicri 206 da vefat etmiştir):
“Râfizîler hariç bir bid'atçıdan nakiller yapılabilir. Çünkü onlar yalancıdırlar.” dediğini işittim, der.
Muhammed b. Said el-İsfahanî (Muhammed b. Said el-İsfahani, Şüreyk'in talebelerinden olup, Buhari ondan rivayet etmiştir. H. 220 de vefat etmiştir), Şüreyk (Şüreyk b. Abdullah en-Nehâî (95-177) Küfe kadısı olup, Abdullah b. Mübarek ve zamanındaki âlimlerin üstadıdır. Ebu Hanife ve es-Sevrî'nin muâsırlarındandır) in:
“Rafizilerden başka ilmi istediğinden al. Onlar hadis uydurur. Uydurduklarını da din telakki ederler.” dediğini işittim der.
Ebu Muaviye (Ebu Muaviye Muhammed b. Hâzim ed-Darir (V. 195) büyük âlimlerden ve el-A'meş'in talebelerindendir), El-A'meş'in (Süleyman b. Mihran el-Kûfî'dir. (64-148). Kıraat ilmi ve hadis hafızlarının ileri gelen âlimlerindendir. Süfyan b. Uyeyne onun hakkında: “Kur'ân-ı en iyi okuyan, ezberleyen ve mânâsını bilen bir zat idi.” der. Bunun üzerine kendisine “El Mushaf” deniliyordu):
“Bütün insanları anladım. Yalancıları hariç” dediğini işittim. Bu yalancılarla da Râfizî Muğire b. Said ve etrafındakilerini kastediyordu.
Sonuç olarak şia üstatları maalesef ki çoğunlukla yalancılardan oluşmaktadır. Nitekim Şehristani el-Milel ve'n-Nihal, 1.cilt sy.155 adlı kitabında, birçok sapık Şii fırkalarını saydıktan sonra, Caf'er b. M. es-Sadık'ın bütün bunları kovduğunu, lanetlediğini belirtmekte, aslında bu gurupların tamamen sapık ve imamlarından habersiz olduklarından bahsetmektedir.
Şehristani nin bu hakikati aydınlatan bu görüründe belirttiği gibi, İmamı Cafer Sadık takva ehlinden olup, onun ne takiyye ile ne de Şiilikle hiçbir alakası olmadığı gibi Şiilerin de onunla itikadi anlamda bir benzerliği bulunmamaktadır. Çünkü Şiilerin dini takiyyeye dayanmaktadır. Eğer Şiilerin iddia ettikleri gibi hâşâ imam Cafer takiyyeci idiyse, o zaman da ravilerin adalet ve güvenilirliği kabul edilse bile ondan rivayet edilen hiçbir şeye güvenilemez. Ona ait olduğu söylenen her sözü takiyye yaparak söyleme ihtimali olduğundan doğruluğuna güven duyulmazdı. Çünük ne zaman yalan söyledi ne zaman doğru söylediği bilinmeyen birinin söylediği hadislere inanılırmı? Hem dinde imam kabul ettiğin insanlara masumiyet kılıfını giydireceksin hem de bu insanlara yalan söylettireceksin. İşte isbatı hadis kitaplarında, imam Cafer, kendisine sorulan bir soruya bir birine zıt üç ayrı cevap verdirildiğini görürsünüz. Ama bunlardan biri doğru diğerleri yalandır.[ El-usûl mine’l-kafî, 1/265. ] Bu imam cafere yakışır bir şey değildir. Şiilerin imamlarla alakalı itikatlarında, imamların masum olduğuna, bilerek veya bilmeyerek onlardan hiçbir hatanın sâdır olmadığına, Allah’ın kendilerine helal ve haram kılma yetkisini verdiğine inanırlar. Yine onlar bu konuda imam Cafer ile on iki imam arasında, hatta Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem arasında bir fark görmezler. O halde bu makamda olan birisi için yani İmam ı Cafer’ adına bir mezhepken bahsetmenin bir anlamı olur mu?. Çünkü mezhep demek, dinin ana kaynağında bulamayan, ya da bulunup da net olarak ifade edilmeyen hususlarla alakalı yorumlar ve içtihatları da içinde barındıran hususlardır. Hem diyeceksiniz ki imamlar yanılmaz hemde içinde yanılma payı olan bir yapıyı ona mal edeceksiniz. Hem şia felsefesini oluşturan meshebin imamının imamı Cafer değil en son imamın yani on ikinci imamın mezhep kurucusu olması gerekmez mi? Görüleceği gibi imamı Cafer sadık Hz. Leri ile ilgili mezhep kurma bir yakıştırmadır. Ona atfedilen hadislerin büyük bir çoğunluğu uydurmadır. Hâşâ İmamı Cafer Allah resulünün getirdiği dinin karşısında yeni bir din kurucusumudur? Eğer öyle ise kendisine vahiy geliyorsa, kurduğu bir meshep değil yeni bir din olmalıdır Bu hususlar bincilerce tezatlardan sadece bir kaçı.. Hem o muhterem zatın şu söylediği kendisine iftira atanlara çok güzel bir cevaptır.
Kendisine olağanüstü vasıflar isnad edenleri lanetleyerek onlardan uzaklaşmış ve onlara
“İnsanlarda bulunması caiz olan herhangi bir şey bizim hakkımızda size nakledilirse ve siz de onun öyle olduğunu bilmiyorsanız ve ona aklınız da yetmiyorsa, onu inkar ve red etmeyin, onu bize bırakın. Ama insanlarda bulunması caiz olmayan herhengi bir şey bizim hakkımızda size nakledilirse, onu hemen inkar ve reddedin, onu inkar etmeyi bize bırakmayın”. Diyeryek ne güzel söylemiştir.
Bugün kaynağına ulaştığımız yâda medya aracılığı ile dinlediğimiz birçok şia âlimlerinden birçoğu kendi kitaplarındaki bu durumla ilgli ufak yönlü bir eleştiri yapıp bu küçük hatalarla birlikte çoğu hadislerinin doğru olduğunu söylerler. Daha sonra da sahih hadis kitaplarına dil uzatır onu yıpratmaya çalışırlar. Anlayamadıkları gerçekleri çelişki olarak ortaya koymaya kalkar üstelikte bir de yafta yapıştırırlar. Emevi saraylarında yazılmış hadisler diye. Oysa emevilerin arkasından Abbasiler geldi. Onlar emevilerin rakibi idi ve kendilerine göre de emevilere hak ettiği cezayı verdiler. Emevilerin islamda değiştirdiği metinleri görmemiş olabilirler mi? Emevi neslini kökünden kazıyan bir anlayış onların islama verdiği zararlara sessiz kalır mı? Hem bunlar aynı dönemin insanları, gelişmelere karşı habersiz olmaları mümkün mü? Aslında bunlara bu konularda cevap vermeye gerek yoktur. Çünkü buradaki amaç hakikati yakalamak değil bir yaftalama olayıdır. Cahil bir anlayıştan edep beklemek zaten doğru değildir. Derinlikten yoksun militarist bir yaklaşım her şeyi siyah beyaz gören bir düşünce tarzı. Takiyye anlayışını her inançta var zannetme bu acıdan bir şeye güvenmeme hali.
Genelde ilim adamlarının Şiilikle ilgili vardığ sonuç kanaat aşağı yukarı şöyledir;
Şia, diğer fırkaların hiç birisinin yapamadığını başarmış, teşekkül ettikten sonra, erken döneme geri dönerek, Şii anlayışa uygun sun'i bir tarih oluşturmuştur. Bu gerçeği, Şii bakış açısından kaleme aIınan bütün eserlerde görmek mümkündür. Öyle ki, özellikle Emeviler devrinde, neredeyse Haşimi muhalefet cephesinde tezahür eden oluşumların büyük bir kısmı sanki Şiilikmiş gibi gösterilmiştir. İşin en ilginç yönü, geçmişteki olaylarla Şiiliği irtibatlandırabilmek için uydurulan rivayetlerin, büyük bir kısmı, Şii olmayan tarihçilertarafından da hiç tereddüt duyulmaksızın benimsenmiş', kitaplarda yer almıştır.
Bu gelişmeleri yakından takip eden islam önderleri, çeşitli zulüm hareketleri, büyük hatalar ve davranışlarından dolayı hiç bir şeyin farkında olamayan mevcut yönetimin konuya ilgisini beklemediler. Bu olumsuzluğun önüne geçmek İslamı gelecek nesillere bozulmadan ulaşımını sağlamak için yönetimden bağımsız bir çalışma içine girdiler. Bu gayretleri Yönetimden uzak durmaları sebebiyle devlet tarafından horlanıyordu. Bu âlimler islam coğrafyasındaki karanlık amaçlara yönelik hazırlanan planları çabuk fark etti ve bu oyunlara gelmedi. Hadis ilminin islamın ana kaynağını oluşturduklarını bildikleri için herkese ve her söze kulak asmadılar. İslâm bilginleri Ravilerin vasıflarının; bilgin, emin, âdil zabıtça güçlü ibadet, takva ve salih amel yönünden essiz olan sahsiyetler olmasına dikkat ettiler. Onları teker teker yakından tanıdılar. Hiç şüphe ve tereddüde meydan vermeyecek şekilde gerekli bütün çalışmaları yaptılar. Rivayet tarihine kadar ciddi, titiz bir çalışma sonucunda hadislerin korunmasını sağladılar. Hadislerde, müsamaha gösterenlerin rivayetlerinin önüne geçmişlerdir. Râvilerin genç ve hafızalarının kuvvetli olduğu yaşlardaki rivayetleriyle, unutkanlık gibi arızaların meydana geldiği yaşlılık devrelerindeki rivayetleri arasında bulunan farklılığı tesbit ederek, gerekli olan zabıt, adalet ve benzeri sartların tahakkuk etmediği devrelerde rivayet ettikleri hadisleri ayırt etmişlerdir. Hatta hadis rivayet eden; sahabeyi çok geniş tutmayıp tabiin ve tebaattabiinle sınırlandırmışlardır. Bunlardan sonra hiçbir rivayet kabul etmemişlerdir. Raviler sınırlandırılmıştır, Herhangi bir müslümanın, bir hadisin sıhhatli olanını zayıflarından, zayıf olanını uydurma olanından ayırabileceği yeterli derecedeki sened ve metin çalışmalarını yaparak, hadis kitaplarını da derecelendirerek ortaya koymuşlardır. Hz peygamberimizin
“Bana yalan isnâd etmek, sizden birinize yalan isnâd etmek gibi değildir. Her kim, bana bilerek yalan isnâd ederse, Cehenneme girsin.”
Sözündeki ciddiyeti hiç kulak ardı etmemişlerdir. Bu Hadis âlimleri doğruluğu araştırma bakımından en güçlü şahsiyetlerdir. Muhaddislerin sıhhatinde ittifak ettikleri haber mutlaka haktır. Yine onların ittifak ile hatalı ve önemsiz kabul ettikleri rivayet de hükümsüzdür. Fakat ihtilaf ettikleri rivayet varsa ona da insaf ve adaletle bakılır. Hadis kritiğinde esas olan budur.
Mâlik, Şu'be, Evza'î, Leys, iki Süfyan, iki Hammad, İbn-i Mübarek, Yahya el-Kattan, Abdurrahman b. Mehdi, Vekî, Şafiî, Ebubekir (r.a.), Ebu Şeyde, Buharî, Ebu Zur'â, Ebu Hatim, Ebu Davud, Müslim, Neseî, İbn-i Hibban ve benzeri âlimlerle, cerh ve ta'dil mutahassısları bu görüştedirler. Râvilerin bilinmesi ile ilgili birçok kitaplar da tasnif edilmiştir. İbn-i Sa'dın Tabakatı, Buhari'nin Tarihi, Ali b. el-Medâyinî'nin kitabı gibi. Müsnedlenden de, Ahmed b. Hanbel'in mesnedi, hadis kitaplarından İshak, Ebu Davud, İbn-i ebi Şeybe, Tabarânî gibi eserler vardır. Hülâsa bu hususta oldukça eserler te'lif edilmiştir.Hadisleri sıhhat ve senetleriyle bilmek ehl-i sünnet vel Cemaatin hususiyetlerindendir
Çoğunlukla bu süreçlerin içinde ehlibeyt mensuplarında bulunmuştur. Kimi zaman bu calışanları yürütenlerin hocası olmuş kimi zaman onlarla beraber bu hizmetleri yürütmüşlerdir. Böylesi titiz bir çalışma içinde bulunanlardan Buhari’nin calışmaları için o zamanın şartlarına göre elli bin kilometre yol kat ettiği belirlenmiştir. Bugün bize miras bıraktıkları o yüce sözler öyle kolayına bize ulaşmış sözler değildir. Üzerinde çok büyük emek ve mesai var olduğu unutulmamalıdır.
Bu kadar ciddi bir çalışmanın yanında, Şiiler de bu furyadan geri kalmak istemediler. O günlerde
İslam âlimlerinin hadisleri toparlama gibi ulvi bir görevi yerine getirdiği dönemlerde, Yönetimin emrine amade olmuş hanedanın yakınlarındaki bazı camilerde ise ehlibeyte yalan yanlış saldırılar yapılıyor yezit ve avanesine övgüler yağdırılıyordu. İslamı bilmeyen ve Emevi hanedanına karşı olan bazı insanlar bu söylemleri dine katmalar olarak yorumladı ve bu söylemleri duymaktan ikrah ediyorlardı. Bundan kurtulmanın carelerini aranırken fitne devreye girdi. “Emevi uydurması islamı duymamanın tek yolu camileri terk etmek” propagandası yapıldı. Böylece camilere gidilmenin önüne gecilmeye calışıldı. Emevilerin bu yanlış davranışının bedeli bir kısım insanların camilerden uzak kalıp İslami bilgilerden uzaklaştırılmasını sağladı. Bu büyük hata islam düşmanları için aranıpda bulunmayacak bir ortamı sağladı. İslamla ile toplum bağı yavaş yavaş koparılmaya başlandı. Hissiyat sahibi insanlar yoğun propagandalar eşliğinde Emevi hanedanlığı ile camilerin bütününü özdeşleştirerek, birine karşı olma duygusunu kullanarak ikincisine karşı olmayı meşrulaştırdılar. Bundan faydalanarak İslami gerçeklerin emevi hanedanının siyasetine göre şekillendiği kanısını toplumda yerleştirmeye çalıştılar. Ondan dolayıdır ki günümüzde aleviler bizleri camilerden kovdular diye camiye gitmezler.!
Bu halk tabakaları, olayları kendileri gibi yorumlamayanları yönetimin yanında yer almasalar bile kendi yanlarında olmamaları sebebiyle ,karşı taraf görüyor, meseleye siyah ya da beyaz algılaması ile yaklaşıyordu. Olayın böyle yorumlanmasında gayret gösteren fitne liderleri bu anlayışın doğruluğu çerçevesinde toplumu yönlendiriyor bunlardan da uzak durulması gerektiğini onları da sistemin bir parçası olduğuna halka inandırıyordu. Çünkü onlara göre kendilerinden olmayanlar karşı tarafdandı. Yani hanedanın safındaydı. Hatta bu yaklaşım onlarda o kadar ileri gitmişti ki, ehlibeyt imamlarından büyük mücadele veren İmamı Zeydi bile bu uğurda kolayca terk ederek savaşta yalnız bırakmışlar ve şehit olmasına neden olmuşlardır. Bu mantık ve anlayışla, önlerine çıkan her şeye doğru ya da yanlış diyor, nüansa hiç yer vermiyor toptancı bir yaklaşım sergiliyorlardı.
Bu yaklaşım içinde olanlar sahih hadisleri senedine ve ilmi metoduna dikkat etmeden toptan reddettiler. Siyasi savaşlarda Hz. Ali'nin yanında bulunanların rivayet ettigi hadislerin dışında kalanları tamamen yok saydılar. Ançak, kapılarını acık bıraktıkları üç beş sahabeden ve imamlardan gelen rivayetle fıkıh oluştursalarda bunların kendi iddialarına cevap vermediğini gördüler. Düşüncelerine Kuran dan da destek bulamayınca İnançlarına delil bulmak aydına gördükleri boşlukları hadis uydurarak doldurma cihetine gittiler.
Bu konuda şia kültüründe o kadar ilginç yaklaşımlar vardır ki: Hadis ve menkibe uydurmada bir yarış sergilendiğini, hatta çok hadis uyduranların daha kolay cenneti kazanılacağı inancının varlığı maalesef ki bir gerçektir. Bunların da ötesinde eli yatkın olanlara uydurdukları hadis karşılığında para ödendiğini görürsünüz. Bu hadislerin hemen hemen hepsi imamlara söylettirilmiştir. Uydurma hadislerle, takiyyeye ve İmamalara masumiyet kapısını acılınca işleri daha kolay yürümüştür. Çünkü masum olan imam yalan söylemez bir şey uydurmaz, peygamber derecelerinden daha yüksek bir konumda olduğu için de her bilgiyi Allah’tan alır. Durum böyle olunca da imamlara söylettirilen hiçbir söz kimse tarafından asla sorgulanamayacaktır. Dolayısıyla bu hadisleri imamlardan kimlerin duyduğu yani ravisi çok önemli değil. Bunun için şianın hadislerinin çoğunu meçhul sahıslar rivayet ederler ve derler ki: Muhammed b. İsmail'den o da ashabımızdan birinden, o da bir adamdan rivayet etti ki söyle dedi..." hatta bazı ravilerde kopukluk görülür orada “kim ola ki “ifadesi mevcuttur.
Meselâ, dünya zevklerine önem vermeyen Şiilerce değerli bir zâhid olarak tanınan Meysere b. Abdirabbih adındaki kişi, vefat edeceği sırada Hz.Ali’nin faziletleri hakkında yetmiş hadis uydurduğunu açıkça itiraf etmiştir.
Şia âlimleri bu şekilde oluşturdukları kitaplarını Mehdi Aleyhisselama arz edildiğini ve onun tasdikinden gecirildiğını ifade ederek kimsenin tereddütüne meydan bırakmamışlardır. Bununla alakalı kendi kitaplarından bir örnek, Şia'nın en muteber kaynak hadis kitabı diye andığı kitap, El- Kûleyni'nin 'KAFÎ' ismindeki kitabıdır. İçinde 16.099 hadis vardır. Bu hadis kitabının yazarı
El-Kuleyni için; “Muhammed Taki el-Meclisi şunları söyler: Doğrusu bizim zehabın âlimleri arasında onun gibi birisi yoktu. Onun aktardığı rivayetleri inceleyen, kitaplarının bilgi tertibini irdeleyen herkes bilir ki, o, Allah tarafından teyid edilmiş biridir. (Usul-u Kâfi/Önsöz sayfa III.)Kâfi (yeterli) kelimesinin menşei konusunda şöyle diyorlar: “Yüce Allah, bu kitabı yirmi senede yazmasını müyesser kıldı. Dünyanın çeşitli bölgelerindeki Şii Müslümanlar kendileri için dinin her alanında yeterli (Kâfi) gelecek bir kitap yazmasını istiyorlardı. Çünkü Kuleyni, görüş alışverişinde bulunacağı, müzakere edeceği, ilmine güvenilen zatla görüşüyordu. Bazı âlimler, Kuleyni’nin el-Kâfi’yi İmam Kâim (Mehdi aleyhisselam)’a arzettiği ve İmamın da bu eserin güzel olduğunu belirttiği ve “ Şia’mız için kâfidir”. Dediği inancındadırlar. (Ravdatu’l Cennat sh.533)” (Usul-u Kâfi/Önsöz sayfa XI.)
İmamlar yaşadıkları dönemlerdeki halifelerle olan ilişkileri, şia akidesine uygun olmadığı için, yani Hz Ali nin diğer halifelerle iyi geçinmesi, Hz. Hasan ın halifeliği Muaviye r.a. teslim etmesini, diğer imamların çoğunun yönetime baş kaldırmama-sını kendi anlayışlarıyla uyumlu hale getirmek ve daha birçok şeyi kurtarmak içinde takiyyeyi dinin bir esası olarak koymayı kurtuluş olarak görmüşlerdir. Takiyyeyi imanın olmazsa olmazı yani imanın bir şartı haline getirmişler bunu uydurma hadislerle kurumsallaştırmışlardır. Uydurma hadis konusunda verilecek örnek yüz binlerle ifade edileceği için bunu bir bir saymanın anlamı yok. Çünkü itikadi anlamda islam anlayışıyla örtüşmeyen bütün konulardaki hadisleri birbiriyle çelişkili biri diğerinin hükmünü ortadan kaldırır niteliktedir. Hemde kuran’la da çelişkili. Onun için Şiiler Kurana fitne demektedirler. Yani anlaşılmaz bir kitap olarak tanımlarlar bunu yalnız Hz Ali nin anlayabileceğini ifade ederler ki tevil konusunda meydanları boş olsun ve ali adına da kuranı istedikleri gibi yorumlayabilsinler. Kuran ın fitne olması tabiri günümüz Şiilerince bazı TV kanallarında şii âlimler tarafından canlı olarak maalesef ki söylenebilmektedir. Ayrıca Hz. Ali için konuşan kuran demektedirler. Onlara göre Hz Ali bütün peygamberlere gelmiş kitap ve dinleri olmuş ve olacakların bütün ilimlerin hepsini bilir!. Onların profilini çizdiği Ali bütün peygamberleri katlamış durumdadır.
Şiacılar kendi doğrularını ispatlamak için, kendi kaynakları dışında kalan kendileri acısından hiçbir değeri olmadığı halde sadece iddialarına delil acısından ehlisünnet kaynaklarını da kullandıkları bilinmektedir. Yine kendi tezlerini doğrulamak adına ehlisünnet kaynağı olmadığı halde isim benzerliklerini kullanarak yalan yanlış bilgilerin bulunduğu bazı kaynaklarında ehlisünnet kaynağı gibi gösterdiklerine sık sık rastlanmaktadır. Bunu gösterirken de metinin tamamını değil işlerine yarayan kadar bölümleri cımbızla cekip aldıklarını, alınan kısmında konunun bütünü anlatmaktan ziyade başka anlamlara hizmet eder hale getirmektedirler. Mesela kendi amacları acısından kullandıkları Hz Ali’nin faziletleriyle alakalı birçok hadisi Ahmed b. Hanbel'e dayandırdıklarını söylerler. Dayandırdıkları eser İncelendiğinde sözü edilen hususların Ahmet B. Hanbel’in müsnedinde olmadığını görürsünüz. Ama Ahmed b. Hanbel sahabenin faziletleri hakkında telif ettiği bir başka eserinde, başta Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali (r.a.) olmak üzere sahabenin faziletleri ile ilgili olarak rivayet edilen hadislerin içinde, zaif ve sahih hadisler neler olduğunu sıralamış bunların bilinmesini amacladığını belirtilerek zayıf hadislere işaret etmiştir. Sahabîlerin faziletleriyle ilgili olarak Ahmed b. Hanbelin kitabına toplanan zayıf hadislerin aslı Ahmed b. Cafer b. Hamdan el-Katiiye (273-368) kitabından alınmadır. Bu kişi Bağdad civarındaki Dakik adlı Katia (toprak parçası) da oturuyordu. Buna izafeten kendisine “El-Katîî” denilmiştir. ) Katinin aynı eserinde oğlu Abdullah'ın Ahmed b. Ca'fer b. Ham'dan el-Katîî'nin üstadlarından rivayet ettikleri ziyadeler vardır. El-Katî'nin ziyade ettikleri rivayetlerinin çoğu yalandır.
Şiacıların Ehlisünnet kaynaklarında var deyip verdikleri örnekte amacından saptırdıkları yüzlerce örnek vardır. Bunlardan da örnek verecek olursak; ehlisünnet kitaplarından yapılan bir alıntı şia kitaplarında şöyle yer almaktadır.
Ehli sünnetin en muteber kaynaklarında bile bizim gerceklerimiz yer almaktadır şöyle ki; diyerek başlayan metinlerinde “Ömer şöyle demiştir: Ebubekir'e biat bir kayma idi. Allah bizi onun şerrinden korudu, kim bu biat'a benzer bir biat'a dönerse onu öldürün”. Denilmekte ve Bu söz ise Ebubekir'e töhmeti gerektirir şeklinde yorumlanmaktadırlar. Oysa Müslim ve Buhari'de rivayet edilen Ömer'in (r.a.) sözü şöyledir: “Sizden bazılarınızın şayet Ömer ölürse, filan adama biat edeceğim, dediğini duydum, sizden biriniz, Ebubekir'in biati bir kayma idi deyip de kendisini aldatmasın. O biat gerçek bir biat idi. Fakat Allah (c.c.) ihtilafı bir an önce sona erdirmekle fitneyi söndürdü. Aranızda boyunların kendisine râm olacağı, kim varsa o da ancak Ebubekir'dir.” Bu saptırmalar ne ilktir ne de son olacaktır.
Yine Şiacıların hadisi şeriflere nasıl ilaveler yaparak değiştirdiklerini gösterme acısından da örnek verilmesi gerekirse,
Alî bin Muhammed ibni Sabbâğ-ı mâlikî (Füsûlül-mühimme) kitabında, Elmenâkıb kitâbından alarak diyor ki, İbnil-Müeyyedden işitdim. Birgün, Ebû Büreyde, Resûlullahın yanında oturuyordu. Ebû Büreyde diyor ki, Resûlullah efendimiz, (Rûhum yed-i iktidarında bulunan Allahü teâlâya yemin ederim ki, kıyâmet günü, insanlardan ilk sorulacak şey, ömrünü ne ile geçirdin, bedenini, ne yaparak eskitdin, malını nereden kazandın ve nerelere verdin ve Resûlümü sevdin mi, soruları olacaktır) buyurdu. Yanımda bulunan hazret-i Ömer, sizi sevmenin alâmeti nedir yâ Resûlallah, dedi. Mubârek elini, yanında oturan hazret-i Alinin başına koyup, (Beni sevmek, benden sonra bunu sevmektir) buyurdu. Yine bu kitapda diyor ki, hazret-i Alî (Vallahi Nebiyy-i ümmî “sallallahü aleyhi ve sellim” efendimiz, beni sevenlerin mü’min olduklarını, sevmiyenlerin ise, münafık olduklarını bildirdi) dedi. İşte, kıyamet günü, sevgisi herkesten sorulacak, bir zât, acaba başkalarından daha üstün ve halifelik, başkalarından ziyade kendisinin ve çocuklarının hakkı olmaz mı, diyerek bu söze katmalar yaparak Hz Ali nin imametini isbatlamak için kullanıyorlar. Oysa hadisin hakikati İmâm-ı Muhammed bin Îsâ Tirmüzî (209 da tevellüt, 279 da vefât etdi) şöyle bildiriyor: “İnsana, kıyamet günü dört şeyden sorulacaktır. Ömrünü ne ile geçirdiği, ilmini ne yapdığı, malını nereden kazandığı, cismini ne ile eskittiği sorulacaktır”. Taberânî de, bu hadisi bildiriyor ise de, son cümlesi yerinde, gençliği ne ile geçirdiği yazılıdır. İşte, hadîs-i şerîfin doğrusu böyle bildirilmiştir. İçinde, Ehl-i beyti sevmek ve hazret-i Ömer’in her hangi bir şekilde adı geçmesi yoktur.
Söz konusu kişi Mâlikî denilen İbni Sabbâğ mâlikî mezhebinde birisi değildir. Kitapları, yazıları gösteriyor ki, o şî’î mezhebindedir. (Hârezm odunu) olarak meşhur olan ibni Müeyyedin de, şî’î olduğunu konuya alaka duyan bütün âlimler bildirmektedir. Şî’îlerden ba’zısı, hadîs-i şerîfleri değiştirip büyük bir hadis âliminin ismini koyarak amac ve anlam değişikliğine uğratarak kendi amaçlarında kullanıyorlar. Böyle yalanlarla, Müslümanları aldatmağa çalışıyor. Kitaplarda, doğrusu yazılı olan bir hadîs-i şerîfi, değiştirme anlayışının amacı dine hizmetmidir? yoksa dini amacından saptırmaya çalışmakmıdır? Bunun çok iyi muhakeme edilmesi ve Hz. Ali ve ehlibeytle ilgili hadislerin büyük bir çoğunluğunun bu şekildeki operesyonlarla mevcut hallerine getirildiği unutulmamalıdır. Bununla berâber, burada, halîfeliği anlatan hiçbir hususda yokdur.
Ehl-i beyti, şânlarına uygun olarak sevmek ve onları anlamak demek, islâmiyyete bağdaşmayan ifadeleri onlara yakıştırmak demek değildir. Meselâ İbni Bâbeveyh uydurup (İbni Abbâs buyuruyor ki) diyerek, Peygamber efendimizin gûya (Allah Alîyi sevenleri Cehennemde yakmaz), Yine (Alîyi seven bir kimse, yehûdî veyâ hıristiyan olsa bile Cennete gireceklerdir) ifadesi bir başka (Alîyi sevene hiçbir günâh zarar vermez), yine benzeri (Alînin şî’asına kıyâmet günü, ne küçük günâhdan, ne de büyük günâhdan sorulmaz. Onların kötülükleri, iyiliğe çevrilir). Bu uydurma sözleri, hadîsdir diyerek, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimize iftirâ etmek haksızlık değil midir? Aman Allahım bu kadar yalan bu kadar bühtan akıl alacak gibi değil. Bu anlayışı nasıl bir anlayıştır. Bunun islam acısında bir izahı bulunabilir mi?
Şia felsefesini gizemli kılan kendi inanclarına kılıf giydiren hadislerine bir bakalım “... Fudayl b. Sukre şöyle rivayet etmiştir: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a dedim ki: “Sana kurban olayım! Ölünün yıkanmasında kullanılan suyun belli bir miktarı var mıdır?” Buyurdu ki: “ Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) Ali (aleyhisselâm)’a dedi ki: Ben öldüğüm zaman, Ğarş kuyusundan altı kırbaç su çıkar. Beni yıka, kefenimi sar ve üzerime koku sür. Beni yıkamayı ve kefenlemeyi tamamladığın zaman, kefenimin uçlarından tut ve beni oturt. Sonra bana istediğin şeyi sor. Allah’a yemin ederim ki, o zaman bana sorduğun her şeye cevap veririm.”“ (Usul-u Kâfi sh 426 H.765. ) “... Eban b. Tağlip , Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir: “ Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) vefat edeceği sırada Ali (aleyhisselâm) eve girdi. Resûlullah, onun başını örtünün altına soktu, sonra: “ Ey Ali “ dedi. “ Ben, öldüğüm zaman beni yıka. Ve kefenimi sar. Sonra beni oturt. Ardından bana soru sor ve sözlerimi yaz. “ (Usul-u Kâfi sh 426 H.766. ) Mantığını ve aklını kullanan bir insan şunu sormaz mı?, Peygamberimiz Vefat etmeden önce dini tam olarak tebliğ etmedi mi? Allah Kuranında dini tamamladığını söylemedi mi? Elbette ki söyledi. Bu olay İslam dini açısından kabul edilen bir yaklaşım mı? Peygamberimiz öldükten sonra, Risalet görevi son bulduğu gibi, Ölülerle Canlılar arasındaki birebir diyalog olayı olmaz ki. Söyleyecek bir şeyi var idiyse ölmeden önce söylemeye imkân mı yoktu? Fırsat mı bulamadı? Peygamberimiz tekrar tekrar ölüp dirilmediğine göre, ona ölü haldeyken konuşma atfetmeleri de Kur’an’a aykırıdır. Ancak yeni bir din ortaya koymaya çalışan bu kafa kimsenin olmadığı yerde Hz peygamberimiz öldükten sonra dirildi ve Kimsenin bilmediği konularda Hz Ali ye bilgiler verdi onu bilgilendirdi ona gizemlilik kazandırdı. Yani işin aslı şu; Şiacıların uydurdukları anlayışa mevcut hadis ve tarih kaynaklarından bulamadıkları delili kalan eksiklikleri Kuran’ın mana ve anlamını değiştirerek, yeni hadis uydurarak, yakın tarihi yeniden kurgulayarak giderme yoluna gitmişlerdir. Bunun başka en ufak bir izahı yoktur. Çünkü Hz Ali peygamber derecesine nasıl getirilecek?, ona bu kadar güç nasıl yüklenecek?. Hz Peygamberin sağlığında Hz. Ali ile ilgili söyledikleri her şeyin yer ve zamanı değiştirilerek biraz bir şeyler kurgulanabildi!. Ama bu yetersiz gelince yeni seneryolara ihtiyaç oldu. Bu ve benzeri safsatalar Hz Ali ye söyletmek istenen fakat daha önceden hiç söylenmemiş kimsenin bilmediği konuları yani şianın kafasındaki dini anlayışı Hz Peygamberi yeniden dirilterek Hz Ali dikte ettirmesi projesinden başka bir şey değil. Şia bütün kurgularını bu ve bu benzer bir anlayışta geliştirmiştir.
Yini bir başka gizem ve edepsizlik dolu bir hadislerinde;“... Cafer b. Müsenne el-Hatip şöyle rivayet etmiştir: Bir ara Medine’deydim, Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin kabrinin üzerindeki tavan çökmüştü. İşçiler çatıya çıkıp iniyorlardı, biz de bir cemaattik. Arkadaşımıza dedim ki: “İçinizde bu gece Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a gidecek var mı?” Mihran b. Ebu Nasr” Ben.” dedi. İsmail b. Ammar es-Sayrafi de “Ben” dedi. Bu ikisine dedik ki: “O na yukarı çıkıp oradan Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin kabrine bakmamın caiz olup olmadığını sorun.” “Ertesi sabah ikisiyle karşılaştık ve bir yerde toplandık. İsmail dedi ki: “Sözünü ettiğiniz şeyi İmama sorduk, bize şu cevabı verdi: “ Onlardan hiçbirinin Nebi’nin kabrine yukardan bakmasını istemem. Çünkü gözünü kör edecek bir şeyi veya Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi)’yi namaz kılarken ya da bir eşi ile beraber olurken görmesinden emin değilim. “ (Usul-u Kâfi sh 684 H.1225. )
Peygamberimizin mezarına bakılınca kabirde “bir eşi ile beraber olurken görmesinden emin değilim“gibi ifadeler kullanılarak cinselliğe vurgu yapılması bu sözü meshep imamı olarak gördükleri kişiye söyletmeleri adı gecen güzel insana saygısızlıktan başka bir şey değildir. Bu anlayışın içinde buna benzer binlerce hadisi görmek mümkündür. Buradaki hadis öğretisi ile ne amaclandığı dikkate değerdir. Yani bir söz olsun adı hadis olsun imama söylettirilsin gizemli olsun, inandıkları bir şeyin kılıfı olsun ve bunun adı din olsun.
Tabi ki bu sözlerin hiç birisi, kendinden sonra imam tayininde de bulunmayan Ca’fer es-Sadık ait değildir. İmamet mevzuunda bile birlik içinde olmayan şia grupları, İmam Ca'fer es-Sadık 'ın ölümünden sonra muhtelif fırka ve mezheplere ayrılmış, her gurup fikirlerinin gülcülüğünü göstermek kendilerini bu imamın taraftarlarına kabul ettirmek amacıyla da bütün görüşlerini ona dayandırmışlardır. Bu sürecte imamlarla ilgisi olmayan ve imamlara ihale edilen binlerce görüşün ortaya cıkışını aydınlatması acısından Şa'bi'nin şu ifadeleri oldukça önemlidir: "Hz. Ali adına bir tek yalan uydurmam karşılığında bana köle olmalarını ve evimi altınla doldurmalarını isteseydim muhakkak kabul ederlerdi." (İbn Abdi Rabbih el-Ikdı'l-Ferid,c.2 sh:409). Tarihe bakıldığında görülmektedir ki, bu düşüncenin önderleri toplum mühendisleri Hadis uydurma yeteneği olan âlimleri bulmuşlar ve hadis uydurmaları konusunda kimine parayla kimine zorlama ile hadis uydurmaları telkin edilip sonuç almışlardır. Farklı farklı insanların uydurdukları hadislerin bir coğu da tabi ki farklılıklar arzetmekte bu durumda neredeyse üzerinde ittifak edilecek hadis bulunamamaktadır. Kullandıkları muhaddisleri ise, Yakup el-Kuleyni- Hüseyin b.Babaveyh Hasan et-Tusi. Bunlardan bir kacıdır. Bu yalancılar uydurdukları hadisleri kaynağı olarak da genelde imamı Caferi göstermektedirler. Oysa, ehlibeytin naklettiği hadislerle bunların ehlibeyte maal ettikleri hadisler asla aynı şey değildir ve alakası da yoktur.
Nitekim bu konuya ışık tutan Hindli Sii alim, “Esasul Usul” isimli kitabında, imamlarından naklen şunları bildirir: “İmamlardan rivayet olunan mesur hadisler gerçekten çok farklıdır. Öyle ki, her hadisin mukabilinde ona zıt olan bir başka hadis vardır; üzerinde ittifak edilen hiçbir haber yoktur ki, ona tezad teşkil eden başka bir haber bulunmasın, nitekim bu durum, Seyhut Taife et-Tusi’nin “et-Tehzib” ve “İstibrar” kitabını nın başında açıklandıgı gibi, bazılarının Siilikten çıkmasına sebep olmustur” (Esasul Usul, s.15Haricîler ve Mutezile sahih hadisleri tam olarak kabul etmemelerine rağmen, kendi prensiplerine göre doğruyu araştırır ve yalan haberi delil olarak hiç getirmezler. Bu râfizîlerin ise ne akılları ne de nakilleri vardır.
Hadis ilminde, râvi ve hadislerin sıhhat derecelerini tasnifte Şiilerden daha câhil, bâtılı kabul etmede ve sahihi reddetmede yine onlardan daha kötü bir anlayışı bulmak mümkün değildir. Rivayetle ilgili emanet, adalet, zabıt ve hıfz gibi esaslara hiç aldırış etmezler. Râfizîlerin indinde hadisin sıhhatli olabilmesi için arzu ve anlayışlarına uyması gerekir. Abdurrahman b. Mehdi şöyle diyor: “İlim ve erbabı leh ve aleyhlerinde olanları yazıyor. Nefsin arzusuna uyanlar ise yalnız lehlerinde olanları yazarlar.” El-Kâfi ve benzeri muteber olan şîî kitablarında insanların en yalancısından da rivayet edilen hadislerle dolu olduğu görülür. Çünkü onlara göre hadisin güvenilir olabilmesi için şiilik esaslarına hâvi ve sevdikleri kimseden rivayet edilmiş olması gerekir. Bu sebeple hadis rivayetlerini sadece Ehl-i Beyt'e dayandırırlar. Hâlbuki Şia'nın hadis rivayetinin ilk halkasını teşkil eden Peygamberimizin torunları Hz. Hasan ve Hüseyin, Hz. Peygamber (s.a.v) hayatta iken henüz küçük yaşta idiler. Bu sebeple Hz. Peygamber'e yetişmemişlerdir. Bunların hadisleri Resulullah'dan naklen aldıklarını iddia etmek ne derece doğrudur?! Ama Şiacılar imamların ilimlerini her hangi bir âlimden öğrenmediklerine ilimlerini doğrudan Allah tan aldıklarına inanırlar.
Velhasıl kitapları sıhhatinin ispatı mümkün olmayan on binlerce hadisle doludur. İnançlarını bu hadisler üzerinde bina etmişlerdir " Bu tutumlarıyla Sünnet-i Nebeviye'nin dörtte üçünden fazlasını kabullenmemektedirler. Bu nokta şiiler'in diger müslümanlardan ayrıldığı en mühim noktadır.
Şianın bozuk akidesini oluşturan hususlarda imamların rivayet ettiği hiçbir hadis bulunmamaktadır. Bunlar uydurmalardan ibarettir. Ama Şia kültüründe gercekten imamlara ait elbette çok hadis vardır. Bunlarla fıkıhlarını oluşturmuşlardır. Zaten fıkıh uygulamalarının büyük bir çoğunluğu da ehlisünnetle hemen hemen birdir. Ancak, itikadi yönden kendi akidelerini oturtmaya bu hadisler cevap vermeyince işte o boşlukları imamlar adına uydurarak doldurma ihtiyacı duymuşlar, büyük kayboluş dedikleri olaydan sonrada büyük bir ustalıkla bunlardan bir kısmının meşhur hadis kitaplarına girmesini sağlamışlar, bununla da kalmayarak, kendilerine hadis kitapları tedvin etmişlerdir.
Neden mi? – Çünkü büyük kayboluştan önceki imamlar adına uydurulan yalanlara bir nebze olsun o dönemde yaşayan ancak bazı Şiilerce sözü dinlenen imamlar bu tür yalanlara mani oluyorlardı. Ançak, bu olaydan sonra artık uydurma ve yalanların önüne gececek kimse kalmadığı gibi katkı sağlayanlar daha dindar daha çok Ali sevdalısı gösterildi. Bunu isbatlayacak binlerce delil bulmak mümkündür. Ançak delil, öngörü sahibi zihni duru, hakikaten gerceği arayan akıl sahiplerine hitap eder. Nerdeyse Kuran’a bile bizi yanıltıyor mantığı ile bakan bir anlayışa ne diyecek ki!..?
Bazı islam âlimleri Hz Ali’nin rivayet ettiği hadisler ile onun faziletlerini derlemişlerdir. Bunlardan bir tanesi de Nesai nin “El-Hesâis” adlı derlediği kitaptır. Bunun dışında Tirmizî de Ali'nin (r.a.) faziletleriyle ilgili çok hadis rivayet ettiği görülmüştür. Bütün bunlara bakıldığında Hz Ali nin ilmi ile alakalı Şiacıların Hz Ali ye maal ettikleri hadislerden yüzlercesinin uydurma olduğu hemen anlaşılmaktadır. Şia alimlerinin münazarada, delilleri açıklamada ve bunların gerektirdiği metodlarla uygulamada ehil olmadığı, nakli delillerde de son derece yetersiz oldukları, dayanaklarının ise, isnadi kesilmiş tarihi olaylardan meydana geldiğini görürsünüz.. Bu tarihi olayların çoğu da yalancılar tarafından uydurulmuştur. Bu yalandcılardan Lût b. Yahya, şîîlerin en az yalan söyleyenlerindendir. İbn-i Adiyy onun hakkında bile “Şîîdir, şîîlerin haberlerini uydurur.”, Hafız ez-Zehebi de “Mizanül İ'tidal” adlı eserinde: “Haberleri uydurma olup, güvenilmez. Ebu Hatim ve başkası haberlerini almamışlardır.” demiştir. Bir başkası Hişam b. El-Kelbî hakkında İmam-ı Ahmed “Neseb sahibi olduğu için çokça gece toplantıları düzenlerdi. Kendisinden hadis nakledeni görmedim. Dinle alâkası olmayan haberlerin kaynağıdır. Sünnetle ilgili haberlerde müslümanlar ona aldanacak kadar akılsız değildirler.” Hafız b. Asâkir onun hakkında: “Râfizî ve güvensizdir” demişlerdir.
Yunus b. Abdil A'la, Eşheb'in şöyle dediğini rivayet ediyor:
Rafizilerin durumuyla ilgili olarak İmam Malik'e bir soru sorulması üzerine; Onları konuşturmayın, haberlerine inanmayın, onlar yalancıdırlar, cevabını verdi.
Harmele (Harmele b. Yahya et-Tüceybî (V. H 243) olup, Mısır'ın iftihara medar âlimlerinden ve İmam-ı Şafiî'nin talebelerindendir. İmam-ı Mâlik'ten rivayet ettiği yüzbin civarındaki hadisi Mısır'a nakletmiştir),
İmam-ı Şafiînin: “Râfizîler kadar yalan şahitliği yapanı görmedim” dediğini, işittim diyor.Müemmil b. İhâb (Müemmil b. İhâb er-Rub'î (V. 254) olup, Ebu Davud ve Neseî ondan rivayet etmişlerdir)
Yezid b. Harun (Yezid b. Harun es-Sülemi el-Vasitî olup, meşhur hadis hafızlarının ileri gelenlerinden ve İmam Ahmed'in üstatlarındandır. Yetmişbin kişi dersini dinlemiştir. Hicri 206 da vefat etmiştir):
“Râfizîler hariç bir bid'atçıdan nakiller yapılabilir. Çünkü onlar yalancıdırlar.” dediğini işittim, der.
Muhammed b. Said el-İsfahanî (Muhammed b. Said el-İsfahani, Şüreyk'in talebelerinden olup, Buhari ondan rivayet etmiştir. H. 220 de vefat etmiştir), Şüreyk (Şüreyk b. Abdullah en-Nehâî (95-177) Küfe kadısı olup, Abdullah b. Mübarek ve zamanındaki âlimlerin üstadıdır. Ebu Hanife ve es-Sevrî'nin muâsırlarındandır) in:
“Rafizilerden başka ilmi istediğinden al. Onlar hadis uydurur. Uydurduklarını da din telakki ederler.” dediğini işittim der.
Ebu Muaviye (Ebu Muaviye Muhammed b. Hâzim ed-Darir (V. 195) büyük âlimlerden ve el-A'meş'in talebelerindendir), El-A'meş'in (Süleyman b. Mihran el-Kûfî'dir. (64-148). Kıraat ilmi ve hadis hafızlarının ileri gelen âlimlerindendir. Süfyan b. Uyeyne onun hakkında: “Kur'ân-ı en iyi okuyan, ezberleyen ve mânâsını bilen bir zat idi.” der. Bunun üzerine kendisine “El Mushaf” deniliyordu):
“Bütün insanları anladım. Yalancıları hariç” dediğini işittim. Bu yalancılarla da Râfizî Muğire b. Said ve etrafındakilerini kastediyordu.
Sonuç olarak şia üstatları maalesef ki çoğunlukla yalancılardan oluşmaktadır. Nitekim Şehristani el-Milel ve'n-Nihal, 1.cilt sy.155 adlı kitabında, birçok sapık Şii fırkalarını saydıktan sonra, Caf'er b. M. es-Sadık'ın bütün bunları kovduğunu, lanetlediğini belirtmekte, aslında bu gurupların tamamen sapık ve imamlarından habersiz olduklarından bahsetmektedir.
Şehristani nin bu hakikati aydınlatan bu görüründe belirttiği gibi, İmamı Cafer Sadık takva ehlinden olup, onun ne takiyye ile ne de Şiilikle hiçbir alakası olmadığı gibi Şiilerin de onunla itikadi anlamda bir benzerliği bulunmamaktadır. Çünkü Şiilerin dini takiyyeye dayanmaktadır. Eğer Şiilerin iddia ettikleri gibi hâşâ imam Cafer takiyyeci idiyse, o zaman da ravilerin adalet ve güvenilirliği kabul edilse bile ondan rivayet edilen hiçbir şeye güvenilemez. Ona ait olduğu söylenen her sözü takiyye yaparak söyleme ihtimali olduğundan doğruluğuna güven duyulmazdı. Çünük ne zaman yalan söyledi ne zaman doğru söylediği bilinmeyen birinin söylediği hadislere inanılırmı? Hem dinde imam kabul ettiğin insanlara masumiyet kılıfını giydireceksin hem de bu insanlara yalan söylettireceksin. İşte isbatı hadis kitaplarında, imam Cafer, kendisine sorulan bir soruya bir birine zıt üç ayrı cevap verdirildiğini görürsünüz. Ama bunlardan biri doğru diğerleri yalandır.[ El-usûl mine’l-kafî, 1/265. ] Bu imam cafere yakışır bir şey değildir. Şiilerin imamlarla alakalı itikatlarında, imamların masum olduğuna, bilerek veya bilmeyerek onlardan hiçbir hatanın sâdır olmadığına, Allah’ın kendilerine helal ve haram kılma yetkisini verdiğine inanırlar. Yine onlar bu konuda imam Cafer ile on iki imam arasında, hatta Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem arasında bir fark görmezler. O halde bu makamda olan birisi için yani İmam ı Cafer’ adına bir mezhepken bahsetmenin bir anlamı olur mu?. Çünkü mezhep demek, dinin ana kaynağında bulamayan, ya da bulunup da net olarak ifade edilmeyen hususlarla alakalı yorumlar ve içtihatları da içinde barındıran hususlardır. Hem diyeceksiniz ki imamlar yanılmaz hemde içinde yanılma payı olan bir yapıyı ona mal edeceksiniz. Hem şia felsefesini oluşturan meshebin imamının imamı Cafer değil en son imamın yani on ikinci imamın mezhep kurucusu olması gerekmez mi? Görüleceği gibi imamı Cafer sadık Hz. Leri ile ilgili mezhep kurma bir yakıştırmadır. Ona atfedilen hadislerin büyük bir çoğunluğu uydurmadır. Hâşâ İmamı Cafer Allah resulünün getirdiği dinin karşısında yeni bir din kurucusumudur? Eğer öyle ise kendisine vahiy geliyorsa, kurduğu bir meshep değil yeni bir din olmalıdır Bu hususlar bincilerce tezatlardan sadece bir kaçı.. Hem o muhterem zatın şu söylediği kendisine iftira atanlara çok güzel bir cevaptır.
Kendisine olağanüstü vasıflar isnad edenleri lanetleyerek onlardan uzaklaşmış ve onlara
“İnsanlarda bulunması caiz olan herhangi bir şey bizim hakkımızda size nakledilirse ve siz de onun öyle olduğunu bilmiyorsanız ve ona aklınız da yetmiyorsa, onu inkar ve red etmeyin, onu bize bırakın. Ama insanlarda bulunması caiz olmayan herhengi bir şey bizim hakkımızda size nakledilirse, onu hemen inkar ve reddedin, onu inkar etmeyi bize bırakmayın”. Diyeryek ne güzel söylemiştir.
Bugün kaynağına ulaştığımız yâda medya aracılığı ile dinlediğimiz birçok şia âlimlerinden birçoğu kendi kitaplarındaki bu durumla ilgli ufak yönlü bir eleştiri yapıp bu küçük hatalarla birlikte çoğu hadislerinin doğru olduğunu söylerler. Daha sonra da sahih hadis kitaplarına dil uzatır onu yıpratmaya çalışırlar. Anlayamadıkları gerçekleri çelişki olarak ortaya koymaya kalkar üstelikte bir de yafta yapıştırırlar. Emevi saraylarında yazılmış hadisler diye. Oysa emevilerin arkasından Abbasiler geldi. Onlar emevilerin rakibi idi ve kendilerine göre de emevilere hak ettiği cezayı verdiler. Emevilerin islamda değiştirdiği metinleri görmemiş olabilirler mi? Emevi neslini kökünden kazıyan bir anlayış onların islama verdiği zararlara sessiz kalır mı? Hem bunlar aynı dönemin insanları, gelişmelere karşı habersiz olmaları mümkün mü? Aslında bunlara bu konularda cevap vermeye gerek yoktur. Çünkü buradaki amaç hakikati yakalamak değil bir yaftalama olayıdır. Cahil bir anlayıştan edep beklemek zaten doğru değildir. Derinlikten yoksun militarist bir yaklaşım her şeyi siyah beyaz gören bir düşünce tarzı. Takiyye anlayışını her inançta var zannetme bu acıdan bir şeye güvenmeme hali.
Genelde ilim adamlarının Şiilikle ilgili vardığ sonuç kanaat aşağı yukarı şöyledir;
Şia, diğer fırkaların hiç birisinin yapamadığını başarmış, teşekkül ettikten sonra, erken döneme geri dönerek, Şii anlayışa uygun sun'i bir tarih oluşturmuştur. Bu gerçeği, Şii bakış açısından kaleme aIınan bütün eserlerde görmek mümkündür. Öyle ki, özellikle Emeviler devrinde, neredeyse Haşimi muhalefet cephesinde tezahür eden oluşumların büyük bir kısmı sanki Şiilikmiş gibi gösterilmiştir. İşin en ilginç yönü, geçmişteki olaylarla Şiiliği irtibatlandırabilmek için uydurulan rivayetlerin, büyük bir kısmı, Şii olmayan tarihçilertarafından da hiç tereddüt duyulmaksızın benimsenmiş', kitaplarda yer almıştır.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)